Bu hafta Muhterem Hocam biz naatlardan konuşsak. Efendimiz ile ilgili yazılan Naat-ı Şeriflerden konuşsak ve biraz onlardan örnek versek diyorum.
Hayhay.
İslam, geleneğimizde bir şair için naat çok önemli bir şeydir ve hemen her şairin bir naatı bulunmaktadır. Bu naatta büyüklerimiz tarafından şiirin zirvesi kabul edilir, şiirin ufku kabul edilir. Taa Efendimiz döneminden başlayarak Hasan Bin Sabitlerden, Kaab Bin Züheyrlerden sonrasında İmam-ı Busirilerden Şeyh Galiplere ve günümüze kadar Sezai Karakoçlara kadar hep naatlar yazıldı ve geçen programların birinde buyurmuştunuz bizim kadar Efendimizle ilgili naat yazan herhalde başka bir millet yok.
Yok. Yok. Şimdi İslam Dünyasında lisani ayrılık olarak Türkçe yüzde 20 civarındadır. Arapça keza yüzde 20 civarındadır. En kalabalık lisan grubu Urdu lisanıdır. Ondan sonra Türkçe Arapça daha sonra Farsça daha sonra da Siva Hari dilleri denen Afrika dilleridir. Onları tek dil kabul ettiğimiz zaman dahi. Şimdi burada enteresanlık şu, yüzde 20'lik bir lisan olarak Türkçe olmasına rağmen İslam Edebiyatında yazılan naatların yüzde 80'ni Türkçe'dir. Bu çok önemli. Hemen arkasından Arapça, hemen arkasından Farsça gelir. Urdu lisanında konuşanlar daha kalabalık olmasına rağmen Farslardan da daha azdır. Yani bu bir tabi Resülullah Efendimizi Türk Milletinin - liyakat asla mümkün değildir O'nu sevmekte ve övmekte. Hiç bir kul O'nu ne sevebilir layıkı vechiyle ne övebilir de ama Türk Milleti en çok olan toplumdur. Urdu lisanı konuşan Hint kökenli işte bugünkü Pakistanlılar Bengaldeşler falan hatta Endonezya'ya kadar uzanan Malezya'ya çünkü aynı dil grubu; onların daha az sevdikleri falan değil. Böyle bir şey asla söylenemez. Efendimizi ve Ehlibeyt-i Mustafa'yı sevmeden Müslüman olunmaz zaten. O ayrı meselede.
Ama Türkler de de böyle bir ayrı mesele var. Yani askerine Muhammedcik ismi veren bizden başka Müslüman ülke yoktur yani. Yani bizim her askerimiz birer küçük Muhammeddir, Muhammedcik. Ve biz - mesela bunu bir çok Arap arkadaşlarımız anlamıyorlar. Siz mehmet ismini atıyorsunuz Muhammed ismini bozuyorsunuz. Hayır. Biz bozmuyoruz. Bu çok ince bir terbiyedir.
Günlük hayatta Efendimizin ismi şerifini taşıyan insanlarla günlük muamele sırasında olur ki edebe muhalif bir davranış biçimi ve konuşma olabilir. Bir topçu çocuk vardı adı Muhammeddi. E şimdi mesela pas kaçırıyor, taraftarlar aleyhine bağırıyorlar. E bu olmaz. Efendimizin ismini biz öyle yüksek yerlerde muhafaza ederiz ki günlük hayatımızda kullanmayız. Onun yerine yine aynı manada olan okunma farklılığından kaynaklanan Mehmet deriz. Ve bizim bütün Mehmetlerimiz aslında Muhammeddir. Ama kullanmayız. Mehmet diye kullanırız. Pekii Ahmet var, Mahmut var onlarda Efendimizin isimleri. Haaa. Ahmet Resülullah demiyoruz. Mahmut Resülullah demiyoruz. Muhammed Resülullah diyoruz. Dolayısıyla Muhammed ismi şerifi başkadır. Ben daha evvel de arz etmiştim sohbetimizde, umumun dinlediği bir ortamda her şeyi söylemek mümkün değildir. Bazı şeyler hususa söylenir. Bunun gibi Ahmet ve Mahmut, Hamit gibi Efendimize mahsus isimler Muhammed ismi ile eşdeğer değildir. Alemleri farklıdır anca bu kadar söyleyim. Efendimizin dünya alemindeki ismi başkadır, ruh alemindeki ismi başkadır, ahiretteki ismi başkadır ama hepsi O'dur. Biz ehli dünya olduğumuz için Muhammed ismi şerifine bir başka özel ağırlık veririz. Yani bunu kabul etmemek tarihi olgu olarak da çok fazla büyük bir hata olur.
Arap edebiyatı Efendimizin asrı saadetinden evvelde çok geniş çok önemli bir edebiyattır. İşte Muallakat-ı Seba meselesi çok önemli. O kadar çok kelime ve kavram bilen bir toplum Muhammed ismini hiç akıl etmemiştir. Zahiren böyle. Hakikati böyle değil. Allahü Zülcelal Habibi Edibi Zişanına Muhammed ismini diğer kullarının aklından saklamış ve Habibi Edibine söylemiştir, dedesi vasıtasıyla. Hasan, Hüseyin ve Muhammed isimleri o ismi ilk taşıyan Efendimiz Aleyhisselatuvesselamın ve mübarek torunları Hasaneyn Efendilerimizden evvel hiç kimsede yoktur. Bak Muhsin aynı kökten ihsan kökünden, Hasan Hüseyin güzellik hüsn kökünden ama hüsni vardır. Ama Hasen yoktur. Huseyin yoktur. Onlarda O Mübarek Torunlara mahsustur. O Efendimizin iki gözü gibi yani. Onlara mahsustur. Keza Muhammed ismi şerifi de Efendimize mahsustur. Bunun edebiyata intikali de en geniş naat yazma şeklinde tezahür etmiştir.
Şimdi şöhret ile hakikat her zaman at başı beraber gitmez. Türk Edebiyatında en çok naat yazan Zatı Şerif Yahya Nazim Çelebi'dir. Çok ciddi de bir musikişinastır bu Zatı Şerif. Ama yeteri kadar bilinmez. Tanınmaz. Her şair zaten divanın malumaliniz divan olabilmesi için mutlaka münacaat naat kasaid vesaire yani naat ihtiva etmeyen bir divan zaten olmaz.
Eksik olur..
Eksik olur değil divan olmaz. Yani olmazsa olmazdır. Mütemmim cüz değil mutlaklıktır. Tamamlayıcılık değildir. Naat olmazsa bir divanda yani o divan değildir ki zaten biz de yanlış söyledik. Divan olmaz. Bir tek şiiri günümüze gelip de onun da naat olanı var. Mesela Büyük Bestekar Buhurizade Mustafa Itri Efendinin bildiğimiz bir tek şiiri var ama o güzel şiiri yazanın mutlaka başka şiirleri de vardı. "Sen öyle bir nursun ki Ya Resülallah, senin gölgen bile yere düşmez" mealinde bir beyitle başlar ve "Umarım ki her ne kadar günahkar olsan da ey ıtri mafur (gufranan uğramış) olanlardan olursun diye inşallah Sen bana söylersin Ya Resülallah ahrette" mealindeki beyitle biter. Yani Itri deyince herkesin aklına Türk Musikisinin en büyüğü veya en büyük bir kaç birinden biri gelir ama oda öyle bir naat şairidir.
Özellikle tasavvuf ehli zevatı kiramın naatsız şiiri yok gibidir. O kadar çok ki saymakla bitmez. Divanlar kütüphaneler dolusudur. Tabi ne yazık ki lisanımızın erozyona uğramasıyla onları anlamaz hale gelmişiz. Ayrıca bir İslam büyüğünü Efendimizin Ailesini Ehlibeytini O'nunla ilgili Ashabı Kiram'ı bütün bu Zevatı Kiramı övmek ala silsiletihim Efendimizi övmektir. Çünkü bütün o Zevatı Kiram O'na yakınlığı derecesinde büyük zat olmuştur.
Muhammed İkbal büyük Hint kıtasının büyük İslam düşünürü, Hz. Fatıma validemiz ile ilgili bir kitabın önsüzünde der ki: "Ben Hz. Fatıma'yı anlatmakla ve övmekle O'na bir şeref kazandırmam, kitabına O'nun ismi şerifi ile süs ve şeref kazandırırım." İşte bu, bu ifadedir. Yani Hz. Fatıma'yı övmekte Efendimizi övmektir. Çünkü O'nun kızı olduğu için büyüktür. Hep O, mesele O'ndan ibarettir.
Tabi büyük ve meşhur şairlerimiz Fuzulisi, Bakısi, Nailisi, Nedimi ki Nedim şuh bir şair olduğu için onun da vardır naatı. Nefisi. Ve tabi Şeyh Galip Hazretleri deyince O daha bir özel - tabi çok önemli bir şair falan filan ama netice itibariyle bir Mevlevi Tekkesi Şeyhi. Ağırlığı öyle onun. "Efendimsin cihanda itibarım varsa Sendendir, Meyan-ı aşikanda iştiharım varsa Sendendir" dile Hazreti Mevlana'ya söylüyor. Hz. Mevlana'yı övmekte Resülullah Efendimizi övmektir. Çünkü Hazreti Mevlana kendi tabiriyle kimdir? Resülullah Efendimizin sadık bir bendesi ve O'nun yolunun tozunun zerresidir. Yani O'nun tozunun zerresini övmek elbette o yolun sahibini övmek demektir. Bu böyle hep ala silsiletihim gider. Yani Akif Beyin Çanakkale Harbini anlatan şiirindeki "Bedrin aslanları ancak, bu kadar şanlıydı" derken bedrin, ehli bedre yaptığı övgü ile yine - bedrin baş kumandanı kim? Tabi Efendimiz Aleyhisselatuvesselam.
Ha burada yeri gelmişken söyleyeyim lisan bilmek çok önemli bir şeydir. Konuşmak başka şeydir bilmek başka şeydir. Bir sürü lisan bilmeyen Akif Beyin ne dediğini anlamayıp sanki Ashabı Kiram'ı özellikle de Ashabı Bedri küçültüyormuş gibi anlıyorlar. Bakın bir virgülü yanlış yere koymak veya konuşurken vurguyu başka yerde yapmak manayı değiştirir. Bedrin Aslanları, ancak bu kadar şanlıydı demiyor ki Akif Bey. Bu çok başka bir manadır. Bedrin Aslanları ancak, bu kadar şanlıydı. Hakiki mana budur. Yani siz "Ey Çanakkale Şehirleri Gazileri, Ey Çanakkale Aslanları, Siz Bedrin Aslanları gibisiniz" diyor. Bedrin Aslanlarını Çanakkale'ye benzetmiyor. Çanakkale Aslanlarını Bedrin Aslanlarına benzetiyor. Onun için Ashabı Kiramı küçültmek değil estağfirullah ki Akif Bey gibi bir zat bunu yapmaz. Akif Beyi de tanımıyorlar. Ama Çanakkale Aslanlarını Ashabı Kiram derecesine yükseltmektir. "Efendim böyle şey olur mu?" filan. Olur. Kim daha yüksektir, Efendimizin hadisini de bilmiyorlar. Malum hasta yatağındayken "Kardeşlerime selam söyleyiniz" dediğini. E biz kimiz? "Siz arkadaşlarımsınız. Kardeşlerim, beni görmedikleri halde bana iman edenler." Yani bu incelikleri anlamadan, Resülullah Efendimizi de anlamadan bunlara mana vermek filan yanlış olur.
Naatlar aynı zamanda Efendimizi tanıtma eserleridir.
Övme değil mi?
Övmeden ibaret - Efendimizi tanıdığın zaman övmeye mecbur ve mahkumsun. Efendimizin övülmeyecek sıradan bir tek hareketini göstersinler bana her şeyden vazgeçerim. Övülmeyecek, herkesin yapabileceği bir tek hadisesini göstersinler. Hayır bilaistisna yaşının her döneminde, kırkından evvel kırkından sonra hiç farketmez; yaptığı her iş Zatı Şerifine mahsus bir yüksekliktedir ve bütün kainata örnek olacak yüksekliktedir. Dolayısıyla Efendimizin halini anlatmak övmektir zaten. Övülmeyecek hiç bir hali yoktur ki. Onun için naatı Peygamber övgüsü diye izah etmek fevkalade yanlıştır, böyle bir telakki olamaz çünkü Peygamber Aleyhisselatuvesselam zaten övülemez. Biz O'na layık bir övgüyle onu övemeyiz. Çünkü Allah ve Melekleri O'nu övüyor. "İnnallahe ve melaiketehu yusallune alen nebiy" bu ayeti doğru anlamak lazımdır. Resülu Kibriya Aleyhi Ekmelüttehaya Efendimiz Hazretlerinin herhangi bir halini, herhangi bir evsafının birini anlatmak zaten mecburi bir övme demektir.
Bunun ilk başlangıcı biliyorsunuz Atike Ebu Mabet. Yani Hicret sırasında uğradığı bir ağıl diyelim yani hayvan toplanan yer. Kocası hayvan otlatmaya gitmiş hanımı duruyor. Efendimiz, Hazreti Ebubekir ve kılavuzları Abdullah Bin Uraykıt orada bir müddet dinlenmek için duruyorlar ve karınları aç. Yani "hasta sürüye çıkamayacak bir keçi var sütü filan da yok size de ikram edecek bir şeyim yok işte üç beş tane hurma bulabilirsem ne ala." "Müsaade eder misin?" diyor Efendimiz. "Ben sağıyım keçiyi". Öyle bir sağıyor ki Üç Kişi o yoldan gelen Üç Kişi o sütü içiyorlar, Atike Hazretleri içiyor - tabi oda hazrettir çünkü Cemal-i Mustafa'yı görmüştür. O'nu gören göz, O'nun yüzüne bakan yüz hazrettir. Elbette hazrettir. İşte "Efendim ebucehil de gördü" ebucehil görmedi, o Abdullah'ın Yetimini gördü. O ayrı bir mesele. Efendim. Sonra Ebu Mabet, yani kocası geldiği zaman "ya ne var burada bir hava değişikliği.." orada Efendimizi övmesi var. Övmesi değil anlatması var. Şöyle şöyle bir Zat geldi, yanında şöyle şöyle bir Zat daha vardı. İşte keçiyi sağdı böyle oldu. Şöyle güzeldi böyle güzeldi, kaşı şöyle gözü böyle. Bu anlatım İslam Edebiyatındaki ilk Hilye. Resülullah Efendimizin Mübarek Cemal-i Şerifi yani maddi tarifi Efendimizin. Maddi tarifinin ilk oluşumu işte Atike Hazretlerinin kocasına anlattığı Efendimizin tasviridir.
Bu bir zahir görünüş. Bir de iç, batın meselesi var ki onlar naatlarda da anlatılmıştır.
Bu şemail..
Şemail aynı şey. Şemail Hilye aynı şey. Yani ilk başlangıcı o. Atike'nin kocasına anlattığı Efendimizin hali. Sonra tabi bizde bir levha halinde özellikle Osmanlı Döneminde Türk Toplumunda özel bir şekil almış. İşte Hulefa-i Raşidin Efendilerimiz, efendim veyahut ailenin ileri gelenleri yani isimleri bilinenler işte oğullar damatlar... Hollanda'da bir kütüphanede gördüm, Efendimizin Çocuklarının isimleri yine Hilye-i Şerif ve Tebrizli bir Türk'ün yaptığı bir levha, Hilye-i Şerif. Etrafında hani Ebubekir, Ömer, Osman, Ali Efendilerimizin isimleri yerine Efendimizin Yavrularının isimleri, kızlarının ve oğullarının ismi şerifleri olan. O da bir tarz. Yani böyle bir, oda işin levha hat ve şekillenmiş tarafı. Ama naatı şerif Efendimizin aynı zamanda memnun olduğu bir şeydir ve dikkat edilirse sünnet-i seniyyedir.
Sünnet-i Seniyye Efendimizin yaptıklarından ibaret değildir. Yapın dedikleri de sünnettir.
Onayladıkları..
Evet onayladıkları da. Yani emir ve tavsiyelerinden mada uygun gördüğü şeylerde sünnet-i seniyyedir bir Müslüman için.
Şimdi Resülullah Efendimiz, kendisi hakkında yazılan bir şiir üzerine mübarek hırkasını çıkarıp hediye etti mi? Yani onaylamanın dışında bir memnuniyet ıshar etti mi? Etti. Öyleyse Efendimiz hakkında şiir yazmak sünnet-i seniyyedir. Bunu da doğru anlamak lazım.
Kaab Bin Züheyr'in Kaside-i Bürde'si..
Bürde'sine verdiği hırka ve o hırka hala Topkapı Sarayında Türk Milletinin aziz bir emaneti olarak muhafaza ediliyor.
Kaside-i Bürde'den söz açmışken ben onun Üstad Sezai Karakoç tarafından Türkçe söyleyişiyle programımızın ilk bölümünü sonlandıralım dilerseniz. Müsaadenizle efendim.
Şüphe yok ki, Peygamber, en keskin bir kılıçtır kılıçlarından Allahın.Hocam enteresan bir şey, en azından Seyir Defterine not düştüm. Naat yazmak sünnettir.
Sonsuz bir kurtuluşa, nura ve hidayete alıp götüren bizi.
Ve arkadaşları O´nun, Mekke vâdisinde İslâmı kabul eden Kureyş'in en ileri gelenleri...
Cömertlikte ve yiğitlikte hiç birinin yok dengi.
İlk gûnler, göçmek gerekliydi, hemen göçtüler, zerre tereddüt etmeden.
Bırakarak yurtlarını, tüten ocaklarını, mal ve mülklerini.
Yerlerinde kalanlar çarpışamıyacak güçte olanlardı.
Onlar da, müdafaasız ve silâhsız, çepçevre küfürle çevrili, bugünü hazırlamış beklemişlerdi.
Evet, bunlar, başları dimdik gezen yiğit üstü yiğit,
Davuda mahsus demir gömlektir zırh diye giydikleri.
Zırhları pırıl pırıl ve upuzun. Çelikten büklümleri öyle ki,
Birbirine geçip kaynaşmış bir ayrıkotunun halkaları gibi.
Mızrakları düşmanı devirse yere, gurur nedir bilmezler,
Yenilirlerse bilmezler nedir umut kesmek, yok ya yenildikleri!
Ak soy develer gibidir gidişleri. korunmaları da saldırış.
Vurulunca göğüslerinden vurulurlar. Onlar ürkmez, onlardan ürker dev dalgalı ölüm denizi
Evet öyledir. Çünkü Efendimizin biraz evvel buyurduğunuz gibi değil onayladığı hatta mükafatlandırdığı bir fiildir. Dolayısıyla Efendimizin memnuniyetine mucib olan bir hali bir Müslümanın işlemesi zaten O'nun gönlünden gelmiyorsa, geçiniz.
Bir Efendimizin şairleri var, Hasan Bin Sabit, Abdullah Bin Revaha..
Yani Efendimizin şairleri deyince sanki bize maalesef -özellikle bizim zamanımızda ders kitaplarında bu kasideleri yazanların, efendim işte caize almak kastıyla yazanların amiyane tabirle yağcı ve yalaka oldukları anlatılırdı. Bu fevkalade yanlıştır. Böyle bir şey yoktur.
Bakın dünyada ciddi bir yer tutan bir rönesans hadisesi var. Bunun efendim sanata intikali var. Felsefeye düşünceye şuna buna ayrı mesele. Eğer İtalya'da bir Medici ailesi olmasaydı acaba bir Mikalenjelo çıkarmıydı. Her dönemde sanatı destekleyen, sanatkar değilse bile san'attan lezzet alan ve maddi imkanları olan insanlar olmuştur. Bu insanlar sanatkarın ve alimin aynı zamanda alimin, başka işlerle özellikle medarı maişet denen günlük geçimini temin için çoluğunun çocuğunun rızkını temin için günlük işlerle vakit harcamamasını temin için onlara maddi imkanlar tanımışlar, o insanların sanatlarını ve ilimlerini icra etmelerini ve ürünler ortaya koymalarını temin etmişlerdir.
Yine Mehmet Akif Beyin ismi geçti, onun meşhur Sait Paşa İmamı diye Safahat'ta bir yer vardır biliyorsunuz. Sait Paşa İmamının kim olduğunu pek herkes bilmez. Sait Paşa İmamı Tariki Rıfaiye'den Hasan Rıza Efendi namında cezbesi galip bir Zatı Şeriftir. Fevkalade güzel okur. Büyük bir okuyucudur. Ama canı isterse okur. Canının istemesi enteresandır. Şişle çorap ve eldiven örerek geçimini temin eder. Efendim neden böyle yapıyorsunuz diyene çok enteresan bir cevabı vardır. "Masivadan gözlerimi yumuyorum, etrafa bakmaktansa yün işime bakıyorum" Türbesinin nerede olduğunu kimse bilmez. Üsküdar'da Ahmediye'de tam köşe başında şimdi Akbank olan yerin arkasında bir ahşap kapı enkazı vardır. Onun arkasında bir taş duvar içinde bir dut ağacının dibinde yatar, Koca Hasan Rıza Efendi.
Peki Sait Paşa İmamlığı nedir? Eskiden özellikle ramazanlarda İstanbul'un bugün kü - artık bugün de kolay mı oda ayrı bir bahis de - ulaşım kolaylığı yok o zaman. Bir çok boğaz köyü sadece sandalla gidilebiliyor, deniz yolu ile gidilebiliyor. Ve o boğaz köylerinde, Beykoz'undan Tarabya'sına kadar Sarıyer'ine kadar yalılar var. Paşa yalıları, zengin yalıları, şunlar bunlar. Buralarda vakit için özellikle teravih için camiye gitmek zor. O zaman hem komşular istifade etsinler hem çocuklar dini bilgiler alsın diye ramazana mahsus hoca efendiler geliyor. Onlar bütün ramazanı orada geçiriyorlar, teravih kıldırıyorlar, çocuklara da dini bilgiler veriyorlar, komşulara şunlara bunlara hizmetlilere herkese açık. Damat Sait Paşa özellikle Hasan Rıza Efendi Hazretlerini çok tatlı yumuşak tuttuğu için senelerce onun yalısında ramazan imamlığı yapıyor, Hasan Rıza Efendi. Ve adı da Sait Paşa İmamına çıkıyor. Ama okuyuculuğu ulaşılmaz bir - mevlit kaside ve Kur'an kıraatı erişilmez derecede.
İşte bunda nasıl bir Hasan Rıza Efendiyi, Sait Paşa bir ay çalışması karşılığı on iki aylık geçimini temin ediyor ise bütün şairler, bütün alimler, bütün sanatçılar için böyle destekçiler vardır. Olması lazımdır. Bugün Türk Musikisi Tarihinin, Türk İlim Tarihinin, Türk Hat Tarihinin çok önemli bir ismi, üç sahanında çok önemli bir ismi Kazasker Mustafa İzzet Efendi. Eğer bir Muhsinzade Mehmet Paşa olmasaydı, Kazasker olmazdı. Çünkü Kazasker asabi mizaçlı heyheyleri çok bir adamdır. Kazaskerlik mertebesine yükselecek kadar alimdir, hattatların içinde en yüksek musikişinas, musikişinasların içinde de en yüksek hattattır. Nakşibendi dervişidir. Ama onu, türbesi Tophane'de ki İsmail Rumi Hazretlerinin yanında olduğu için Kadiri dervişi zannederler halbuki İsmail Rumi Hazretleri ile akrabadır. Tosya'lıdır her ikiside. O akrabalıktan dolayı Türbesi oradadır ama kendisi Nakşi dervişidir. Ama maddi destekçisi Muhsinzade Mehmet Paşa'dır. Bütün Muhsinzade ailesidir. Ve bu destek ile ne olmuştur. Kazasker'in çok önemli bir davranış biçimi var. Ramazanda biliyorsunuz umumi camilerde de cami dersleri yapılıyor ve hafızlık derslerine başlayanlar genellikle ramazanda başlarlar, çocuklar. Camileri dolaşıyor. Mesela ben çocuğum, hocamdan ders alıyorum. Beni dinliyor. Sonra Muhsinzade'de aldığı parayla benim aileme gidiyor diyor ki bu çocuğu marangoz yapın kavaf yapın. Dini bilgi öğrensin ama okuyucu yapmayın. Neden? Sesi yok. Mümkün değil.
Kur'an-ı Kerimi önüne gelen adam -ibadet kastıyla değil- dinletmek kastıyla okuyamaz. Önüne gelen adam müezzinlik yapamaz. Yapamaz. Ha cemiyetin genel seviyesi bu olursa işte bu günkü müezzinler olur. Bülbül olacak hepsi. İslam bülbülü olacak! İmam Efendiler Hazaratı kıraat alimi derecesinde olacak. Hatipler ellerindeki kağıdı okuyamaz değil, hitabet sanatının sahibi olarak cemaati güldürecek, ağlatacak, düşündürecek, coşturacak, tefekküre sevk edecek bütün bunları yapacak. Elindeki kitabı kağıdı okumaktan aciz adam hatip değildir. Ha cemiyetin bugünkü seviyesinde de böyle başın böyle tıraşı olur, o da ayrı bir meseledir. Dost acı söyler. Ben Müslümanım ben Müslümanların dostuyum, onun için acı söylüyorum. "Buna da şükür efendim" Hayır! Buna da şükür değil. Bu noksanlığın giderilmesinin şükrü değil gayreti içinde olmamız icap eder. Ha elhamdülillahi ala külli hal. Her halükarda Allah'a hamd edilir, o ayrı bir mesele birbirine karıştırılmasın.
Yani işte böyle sesi müsait olmayan, tavır sahibi olamayacak çocuğun ama şeyde olmasın diye de maddi destek sağlıyor "git sanat öğret". Bir başka çocuğu dinliyor. İstikbalin bülbülü, belli çocuk. Onun da hocasını çağırıyor. Bu diyor "al sana şu kadar para özel olarak bu çocukla ilgileneceksin." O kadar çok adam yetiştirmiştir ki Kazasker, sırf bu haliyle. Bu nedir bir maddi destektir. Onun için caize almak için şiir yazılmaz. Resülullah Efendimizin de yani Peygamber Şairleri dediğimiz zaman insanların bir kısmı böyle anlar bu tehlikeli bir şeydir. Resülullah Efendimize özel tutulmuş padişah şairi gibi tutulmuş şairi yoktur. Efendimizi övmek değil O'ndan bahsetmek zaten övmektir.
Yani Muhsinzade Mehmet Paşanın..
O sadrazamlık yapan, o ailenin sadrazamlık yapanı.
Kazasker'e besteyi vurgu yaptınız da, sanat ve imkan diye bir yazısı vardı Sezai Karakoç Beyin. Kanuni döneminde sanatın bu kadar yükselmesinin Baki gibi Mimar Sinan gibi büyük insanların yetişmesini sorgulayan bir yazı, sanat ve imkan arasında bir münasebet olduğunu, imkanlar..
İşte vakıflar budur. Beşik maaşı diye tabir edilen bir şey vardır. Ne yazık ki o da ders kitaplarında ileri gelen devlet adamlarının veya devleti sömürenlerin Türkçesi, çocuklarına bile maaş bağlanıyordu. Evet böyledir usul budur, doğrusu budur. Bir çocuk alim bir ailenin içinde yetişirse ve o çocuğunda ileride medarı maişet yani rızk temini için bir çalışması gerekmezse, o çocuk alim olarak yetişir. Bir alim binlerce insan yetiştirir. Herkes bir şekilde bir rızık sahibi oluyor o bir şey değil. Ama çocuğa masuz maaş bağlıyor. Bu bir tembellik teşviki değil ilim teşvikidir. Bu sistemde var.
Öyle aileler - bakın size bir aile sayıyım, biraz uzar belki ama. Seyit Nurettin Efendi. Bir Halveti Şeyhi. Onun oğlu Seyit Ahmet Efendi, oda Halveti Şeyhi. Onun oğlu Galata Mevlevihanesi Şeyhi, Kutb-ı Nâyî Osman Dede. Onun kızı Şerife Hanım. Onun oğulları Abdürrahim Künhi Dede ve Seyit Ali Dede. Onun oğlu Recep Hüseyin Dede, onun oğlu Osman Selahattin Dede, onun oğlu Ahmet Celaleddin Dede Mehmet Celaleddin Dede, onun oğlu Abdulbaki Dede. Diğer kardeşden, Osman Dede'nin diğer kardeşi Ömer Efendinin oğlu Sahih Ahmet Dede, onun oğlu Kudretullah Dede, onun oğlu Ataullah Dede. Kızlardan torunu, biri Kudümzen Başı Hüsamettin Dede öteki Kudümzen Başı Raif Dede. Bir tek insan. Tek Osman Dede'den gelen aileye bak.
Damat Hüseyin Fahrettin Dede. Büyük kuzen Ataullah Dede. Bu bir hanedan değildir. Bu bir yüksek ailedir. Bu aile nasıl yetişti? Ataullah Dede..
Bu saydığınız isimler tümü nitelikli, kendi alanlarında..
Yani bunlara da biraz baksınlar bilmeyenler. Bazen böyle söylüyoruz sağı solu incelesinler. Kim incelesin bu isimleri ilk defa duyanlar. Haberdar olmayanlar bir iki ansiklopedi karıştırsınlar. Mesela Ataullah Dede'nin Arapça Farsça Almanca Fransızca edebiyatına -bırakın lisanına- edebiyatına hakim ama bir Şeyh Efendi olduğunu bilsinler. Türk Musiki nazariyatı eğer bugün bir ilim halindeyse Ataullah Hüseyin Fahrettin ve Mehmet Celaleddin Dede sac ayağının kurduğu ilimle, daha sonra areller ezgiler bilmem neler yani musikiden bahsedersek eğer.
Bu ulemada da böyledir. Bir Çerkeşizadeler Ailesi vardır, ulema sınıfından. Alim olmayanı yok. Hali bir tanesi İstanbul Üniversitesinde Profesör. Torununun torununun torunu. Çerkeşli Mustafa Efendi Hazretlerinin ailesi. Bir tanesi, rahmetli Selçuk Üniversitesinde Profesördü, benim tanıdıklarım. Ondan evveli Nakibüleşraf. Ondan evveli Kazasker. Çerkeşizade Ailesi. Yani bu sanatta da böyledir, ilimde de böyledir, irfanda da böyledir. Dolayısıyla bu insanların, bu tarz insanların - hep o kelimeyi söylemek mecburiyetindeyim - medarı maişet yani geçim için uğraşmamaları lazımdır. Bunların evlerinin ocaklarının sobalarının tütmesi mutfaklarında aş kaynaması lazımdır ki bunlar bu işlerle uğraşmasınlar. Bunlar Allah'ın verdiği bir nimet olan ilim ve sanat ile uğraşsınlar.
İşte bunlara maddi imkanları münasebetiyle yardım eden insanlar, Allah'ın o nimetinin yani o zata ihsan ettiği sanat ve ilim nimetinin şükrünü eda etmiş olurlar. Yok kendi kazandığı parayı heva ve hevesinde harcamaya devam ederse, hem heva ve hevese harcanan para haram olduğu için mes'uldür hem de alimine ve sanatkarına bakmadığı için ayrıca mes'uldür. Bu işler zincirleme işlerdir. İslam bir ferdi fikir ve iman seviyesinde kalacak bir müessese değildir. İslam dünyada yaşanacak yığın - ama yığın derken kötü manada değil saman yığını gibi değil - zincirler birbirine bağlı fabrikalar çarklar gibi çalışacak bir sistemdir. Çarkların maalesef dişleri kırılmış. Onun için bugün ne yazık ki sadece ferdi bazı büyüklerimizle ihtifa etmek durumunda kalıyoruz. O çark, yardımlaşma, sanata hürmet, ilime hürmet yürümüyor.
Dolayısıyla Efendimizin - oraya gelecek laf oradan çıktı af edersiniz - Peygamberin Şairleri tarzında bir şey tabir olarak doğru değildir böyle kullanmak. Çünkü eli kalem tutan yani Hazreti Ebubekir'in şiiri bir iki tane var olduğu rivayet edilir. Ama, Cemali Mustafa'ya bakıp bakıp gözlerinden yaşlar süzülerek, "Ne kadar güzelsin Ya Resülallah" demesi şiir değil de nedir ya. Yani şimdi Hazreti Ebubekir Efendimizin şairi mi olmuş oluyor? Yok böyle bir şey. Elbette O'nu gören, O'nu görmesi nimeti ihsan olunan Zevatı Kiram elbette o güzelliği kendi miktarınca mutlaka bir şekilde söyleyecekti. Bu söyleyeceklerini kaide olarak kalıp ve vezne ve kafiyeye dökenlerde şairler...
Yani belki Efendimiz Aleyhisselatuvesselam'ın işte Hazreti Hasan'a yada Hazreti Abdullah Bin Revahe'ye yada Kaab Bin Züheyr'e bu anlamda zaman zaman işte "Söyle" işte Uhud günü yada Bedir günü kimi sahabelere "Söyle" dediği hatta bazen Efendimizin kendisininde söylediği..
Tabi tabi. Zaten Hazreti Amine şiir okuyuculuk da meşhur bir hanım. Ebu Kubeys dağında özellikle ayın 14'leri gecesi, yani tam doğarken kızıl sarı beyaz yükselen mehtapta Medine'den geldiği zaman "Amine gelmiş" diyorlar Mekkeliler kendi aralarında konuşuyorlar. Daha bekar o zaman yani gençlik zamanı Hazreti Amine'nin. Ebu Kubeys dağında şiir okuduğu zaman dinlemeye gidiyorlar. Medine'den gelen meşhur bir okuyucu. Okuyucu demek aynı zamanda ezber eden demek. O zaman okuma yazma çok yok. Ama o kadar şiir ezber biliyorlar ki dolayısıyla Efendimiz - yani tabi böyle bir şeye hacet yok ama bugünün ilmi ile konuşursak Valide-i Muhteremesinden aldığı genetik bir güzel okuma hali var. Yani.
Efendimizle ilgili de Hazreti Amine Annemizin "Adım asla ölmeyecek" diye Efendimizi andığı bir şiiri vardı.
Yani biz Efendimizin her türlü halini fevkalade doğru anlatmaya çalışan bunları da şiir kalıbına döken bir toplumuz. Biz Efendimizi o kadar severiz ki cemiyet halinde Süleyman Çelebi bunu çok güzel - bir çok beytinde de, bu şimdi aklıma geleni: "Hem heva üzre döşendi bir döşek" Biz Resülullah Efendimizin normal bir şekilde bir yatakta, yer yatağında veya karyolada doğmasına razı değiliz. Onun döşeğini bile havaya döşeriz. Yukarı koyarız. Ancak bu yukarı koymak hayatımızın dışına çıkarmak olarak bugünlerde tecelli ediyor, buda yanlışımızdır. Çünkü içimize koymamız lazımdır. İçimize.
Tabi efendim ondan sonra Sahabi Efendilerimizden sonra bu gelenek buyurduğunuz gibi işte hani müessese olarak şiirle ilgilenenler tarafından devam ettirildiği gibi işte Efendimize aşkını sevgisini bir şekilde dile getirmek isteyen mutasavvıflar büyük sufiler tarafından da bu çokça hep yapıldı.
Herkes..
Yani bizim tarikat şeyhlerimizin, çok büyüğümüzün bu anlamda..
Hazreti Mevlana'dan başlayalım yani. Şiirleriyle Aziz Mahmut Hüdayi, Niyazi Mısri, Eşrefzade Rumi say sayabildiğin kadar..
Evet. Bir de ilk Efendimizin Medine'ye teşriflerinde de yine O'nu karşılayanlar "Taleal bedru" ile karşılıyorlar, belki naatı oradan başlatmak lazım değil mi efendim?
Yani bu bir nazariye. Olabilir oradan da başlayabilir.
Topluca övüyorlar..
Olabilir olabilir. Bunlar eski Arap adetleri zaten. Yani o mahalli adetler. Bu elbette değildir denemez ama Efendimizin daha gençliğinde Hazreti Hatice tarafından övüldüğü şeyler var, metinler var. İbni Esir tarihinde var. Hazreti Hatice öyle bir övüyor ki Efendimizi..
Sonuna geldik programımızın efendim. Naatları konuşmaya çalıştık. Yer yer çıkıp belki yine konuyla bağlantılı olarak..
Hepsi Efendimizle alakalı..
Eyvallah Efendim. Programın sonunda sizden bize bir yada iki naat okumanızı istirham etsek, rica etsek..
Şimdi bizim bu meşhur şairlerimizin yanısıra hanım şairlerimizde var. Efendim bir çok var. Birde gayrimüslim bir ailenin çocuğu olarak doğup sonradan tekrar İslama dönenler var. Bunların içinde de şairler var. Bunun son dönemdeki en meşhur isimlerinden biri Yaman Dede. Yani Diyamandi. Onunda Efendimiz ile ilgili birçok şiiri var. Yani yenilerde kaybettiğimiz Ali Ulvi Beyin, Ali Ulvi Kurucu'nun keza şiirleri var. Hanımlardan yine, son dönem sayılabilir 1800'lü yılların ikinci yarısında olan Şeref Hanım var. Onunda var. Yani pek adet değil ama Şeref Hanım'ın bir naatını okuyalım Efendimiz hakkında:
Günahtan gayri yok bir özge kârım yâ Rasûlallah
Geçer gafletle her leyl ü nehârım yâ Rasûlallah
Serâpâ dolmada defterler a'mâl-i kabîhimle
Kirâmen Kâtibîn'den şermisârım yâ Rasûlallah
Nice pervâz edem uçmağa ferdâ kalmışım âciz
Kemend-i nefs ü şeytâna şikârım yâ Rasûlallah
Eşiğin görmeğe bin cânım olsa eylerim kurban
O rütbe hadden aştı intizârım yâ Rasûlallah
Ölür isem gubâr-ı Ravzana yüz sürmeden tâ haşr
Döğünsün taş ile seng-i mezârım yâ Rasûlallah
Senin evsâfını kaabil midir etmek Şeref îfâ
Ne çâre elde yoktur ihtiyârım yâ Rasûlallah
Yani Efendimizin vasfı seniyyelerini ifa etmek elbette mümkün değildir. Ama insan sevdiğini söylemeden duramaz. Napıyım diyor Şeref Hanım. Yani söyleyemem ama duramıyorum diyor. Öyle sana kavuşmayı bekliyorum ki sadece eşiğini görmeye bin canım olsa feda ederim. Ve eğer ravzanın tozuna yüzümü sürmeden ölürsem mezar taşım bile başıma taş vursun. Edebi ifadeler tabi bunlar aynı zamanda. Kötü amellerle defterlerim doluyor onun için Keramen Katibin'den de utanıyorum. Utanıyorum. Ama bütün bunları söyleyerek Sen'den şefaat umuyorum.
Şimdi Efendimize hitaben şefaat ummanın, şefaat dilemenin şirk mirk olduğunu söylüyorlar. Bu sadece bir ifade bozukluğudur. Müslümanlara bu kadar kolay şirk atfetmek fevkalade yanlıştır. Müslümanlar bu kadar müşrik olamazlar. Önüne gelen bir kabahat yaptımı, şirk. Hayır efendim! İfade bozukluğu düzeltiriz. Bir alim olarak düzeltin niye şirk diyorsun hemen. Şirk değildir.
Efendim programın sonuna geldik. Ama hakikaten çok güzel yorumladınız Şeref Hanım'ın şiirini. Önümüzdeki programlarda arada bir sizden şiir isteyebiliriz artık naat seslendirmenizi okumanızı. Çok hakikaten güzel yorumladınız. Zaten Hanım Efendide çok güzel yazmış.
Eee Şeref Hanım öyledir. Leyla Hanım, Nigar Hanım, İsmet Hanım böyle bir çok hanım şairlerimiz var. Tabi hepsinde de Efendimiz ile ilgili şiirler var. Hatta ne yazık ki yani bir takım münasebetsiz insanların bazı münasebetsiz düşüncelerine kapılıp veyahut ne biliyim o tesirle istediklerini yazamamışlardır. Leyla Hanım'ın öyle bir ifadesi vardır. "Ya Resülallah kadın olmasaydım sana daha neler söylerdim" diyor. Söyleyemedim ayıplarlar diye. Neler söylerdim diyor.
Şimdi bakın şunu bilmiyorlar insanlar, öğrensinler. Aşk iki beden arasındaki değil iki gönül arasındaki ilişkidir. Gönülün dişisi erkeği olmaz. Resülullah Efendimize herkes aşıktır. Her tanıyan.
Eyvallah Efendim çok teşekkürler.
Ben teşekkür ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder