11 Ocak 2008 Cuma

Tasavvuf ağlayarak gelinen dünyadan gülerek gitme sanatıdır

Ömer Tuğrul İnançer'in 10 Ocak 2008 tarihinde Burç FM'de Sadettin Acar'ın sunduğu Seyir Defteri programında yaptığı sohbetin yazıya dönüştürülmüş halidir.

Tasavvufun bir kurum olarak bir kurumsallaşma olarak Resulullah Efendimizden (sav) sonrasına dayandığı ve Resulullah Efendimiz döneminde tasavvuf diye bir şeyin olmadığına hatta kavram olarak tasavvuf kelimesinin de Resulullah Efendimizden sonra ortaya atılmış bir kavram olduğu hakkında tasavvufa mesafeli duran bazı ilim çevrelerinde ve akademisyenler arasında dolaşan söylentiler var. Bunu göz önünde bulundurarak bize tasavvufun doğuşu, tasavvufun kaynağını ve tasavvufun kurumsal bir hal aldığı döneme ilişkin bilgiler verebilir misiniz?

Estağfurullah, bildiğimizi aktarmaya çalışalım. Şimdi bazı kavramların sonradan çıkması kabul edilirse o zaman tasavvufa bidat demek gerekir ki bu çok ortalığı dağıtacak bir şeydir. Sonradan çıkmış olduğu mümkün değil. Şöyle bir misal verelim:

Biz Kur’an-ı Kerim’in Kelam-ı Kadim olduğuna inanıyor muyuz?

Evet.

Peki Resulullah Efendimize nazil olmadan evvelde Kur’an var mıydı? İlmi ilahi de.

Vardı.

Onun için Kelam-ı Kadim diyoruz değil mi?

Evet efendim.

Vardı. Sonra; Hz. Peygamber zamanında ceste ceste, ayet ayet, sure sure nazil oldu. Kur’an nazili tarihiyle ilgili olanlar bunu gayet kolay tespit ederler. Yani normal tefsirlerde bile mekkidir , medenidir, şu ayet şu zamanda gelmiştir diye yani şöylece bir tefsirlerin başına bakanlar Kur’an’ın nazil oluş tarihi tespit ederler.

Peki Hz. Peygamber zamanında mushaf var mıydı?

Yoktu.

Mushaf bidat midir? Hadi buyurun bakalım o zaman. Madem Hz. Peygamber zamanında yoktu bütün mushafları kaldıralım. Yani, kitaplaştırılmış, sahifelendirilmiş Kur’an’ları kaldıralım. Neden? Bidat. Böyle bir mantık olabilir mi?

Gelen bir sözdür, öyle değil mi efendim?

Hz. Peygamber gelen ayetül meyyinatı kendi hafızasında muhafaza buyurduğu gibi hafızası kuvvetli olan zevat-ı kirama Abdullah İbni Mesud gibi zevat-ı kirama da söylüyordu. Ayrıca vahiy katipleri de yazıyordu. Zaten bakın şimdi o kadar yanlışlıklar içindeyiz ki hangi konuda konuşuyorsak evvela o konunun zeminini oluşturmalıyız. Mekke toplumu tanımıyoruz. Mekke toplumunu hiç tanımıyoruz, bunu kabul edelim. Biz zannediyoruz ki bir vakti cahiliye sözünden hareket ederek Mekke toplumunun cahil, hiçbir şey bilmeyen ilkel insanlar olduğu zannındayız. Böyle bir şey yok.

Biz ders kitaplarımızda özellikle eski yunan site devletlerini okuyoruz. Meşhur Atina Isparta savaşlarını ezberleyene kadar lisede ortaokulda hocalarımız anamızı ağlatıyordu. Peki Mekke site devletini neden okutmuyorlar bize? Öyle önemli bir devlet idaresi vardır ki Mekke de bu ancak medeni bir toplumda olur. Efendimizin zuhuru sırasında ki Mekke toplumundan bahsediyorum.

Peki bu cahiliye kelimesinin bizde uyandırdığı zihniyet ne? Biz cahili bugün ki manasında cahil ve ilkel olarak anlıyoruz. Halbuki Yunus Emre’miz bunu söylüyor cahil nedir? İlim nedir? Cehalet nedir? diye: “İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir, sen kendini bilmezsen ha bir kuru emektir.” Ne kadar ilim sahibi olursanız olun Allah’ı (cc) bilmiyorsanız cahilsiniz. Vakti cahiliyet demek Allah’ı bilmemek dönemi demektir. Sosyal olarak içtimai olarak ekonomi olarak cahil bir toplum değildir. Öyle yüksek bir devlet idaresi vardır ki Mekke toplumunda, o yüksek devlet idaresi çok yüksek bir medeniyetin sembolüdür. Ve ilk vahiy geldiği zaman Mekke toplumunda okuma yazma bilen kişi sayısı 17’dir. Çünkü okuma yazma bilmek ilim öğrenmek için bir araçtır. Her okuma yazma bilen alim mi? Değil. Ama, düşününki okuma yazma bilmeyen o insanlar herhangi bir kabile muharebesi sırasında karşılıklı geçip bir saat bir buçuk saat şiir okuyabiliyorlar. O anda doğaçlama ama. Bu neyle olur? Çok yüksek bir kültürle çok yüksek bir kelime haznesine sahip olmakla ve yüksek bir ritim duygusuna – çünkü bunu kafiyeli vezinli olarak okuyor – sahip olmakla olur. Bunlar medeniyet ölçüsü değil midir? Okuma yazma bilmeyen dolayısıyla cahil olduğunu zannettiğimiz o toplum her sene Ukaz panayırında şiir yarışması yapıyor ve yedi tane şiiri seçip başkaları da öğrensinler, okuma yazma bilenler okuyup dinletsinler diye Kabe duvarına asıyor. Muallakat-ı Seba denen hadise. Yedi askılı şiirler. Bunlar ne bunlar? Bunlar cahil toplumun işleri midir bunlar? Değil! Buna rağmen cahiliyedir. Neden? Allah’ı bilmiyor. Mesele budur. Onun için, kültür seviyesi çok yüksek bir topluma tebliğ edilmesi için Efendimize nazil olmuştur Kur’an-ı Kerim.

Mesela. Bu mevzu çok önemli olduğu için bu kadar çok üzerinde duruyorum. Kur’an-ı Kerim’deki bir ayette Cenab-ı Hak Nuh Tufanını anlatırken, “Suyu artık kes diye göğe emrettim, toprağa artık suyu em diye emrettim” mealinde bir ayet var. Biz Arapça bilmediğimiz için o ayeti kerimeyi Cenab-ı Hakkın bir kudretinin belirtisi olarak görüyoruz. Edebiyat-ı Arabiyeye aşina olanlar bu ayeti okudukları zaman ağlıyorlar. Ve on bir tane şair bu ayet nazil olduğu zaman Müslüman olmuştur. Bu kul kelamı olamaz. Bu Abdullah’ın Oğlunun sözü değil. Bu mutlaka İlah’ın sözüdür diyerek – çünkü ihtisas sahipledir – Müslüman oluyorlar. İncelikler bunlardır.

Bu toplum, 17 kişi içinde okuma yazma bilen – işte Hz. Ömer’in Müslüman olması hadisesi sırasında kız kardeşi ve eniştesinin okuması – onlardan vahiy katiplerine Efendimiz yazdırıyor. Efendimizin ömrü muhteremi böyle geçiyor. Hz. Ebubekir’in dönemi böyle geçiyor. Hz. Ömer zamanında bir iki ufak çalışma yapılırsa da Hz. Osman döneminde mushaflaştırılıyor ama sadece iki nüsha. Hz. Ali zamanındaki fesat döneminde doğru dürüst bir şey yapılamıyor, ondan sonraki dönemlerde de dünyanın dört bir tarafına o kitaplar yayılıyor. Hepimizin evimizde de gönlümüz dede var ayrı mesele. Peki; Hz. Peygamber zamanında olmayan her şey bidat ise mushaf bidat midir? Bana bunun cevabını versinler ondan sonra tasavvufu konuşalım! Bu bir.

Şimdi, tasavvufi hayatın bir başlangıcı vardır. Bu kişidir. Kişide dünyevi hayatın da bir başlangıcı vardır. Bizim dünyevi hayatımız ne zaman başlar? Doğum dediğimiz hadise de bile başlamaz. Ne zaman göbeğimiz kesilir annemizden, göbeğimiz kesildiği anda dünyanın nefesini alırız ve ilk yaptığımız şey ağlamaktır. Dünyaya ağlayarak gelinir. İnşallah gülerek gideriz. O ayrı mesele. Tasavvuf kısaca bu ilimdir. Ağlayarak gelinen dünyadan gülerek gitme sanatına tasavvuf denir.

Şöyle o zaman hocam, şurayı bir açıklamamız gerekecek galiba anlamam için.

Estağfirullah.

Kur’an-ı Kerim’in Kur’an olarak Söz olarak geldiğini şifahi olarak Resulullah Efendimize indirildiğini ve bu şifahi sözlerin Resulullah Efendimizin nezaretinde ve kontrolünde yazdırıldığını ve belli dönemlerde vahiy katiplerini toplayıp dinlediğini birbirine uyup uymadığını.

Ondan daha önemlisi var. Af edersiniz sözünüzü kesmiş olmayım.

Estağfirullah.

Bizim ramazanda mukabele diye bir adetimiz var biliyorsunuz. Her ramazan Cebrail (as) ile Resulullah Efendimiz karşılıklı olarak o güne kadar gelenleri Cebrail (as) okuyor Efendimiz dinliyor, Efendimiz okuyor Cebrail (as) dinliyor. Mukabele geleneği de bu demektir.

Şimdi Hocam, Kur’an’ın kelam olarak var olduğunu söz olarak var olduğunu ve Resulullah Efendimiz döneminde yazıya aktarıldığını ama mushaflaşma döneminin sonrasında olduğu için ona bidat diyemeyeceğimizi beyan ettiniz, çok güzel açıkladınız.

Bunu şuraya gelmek için söylüyorum. Hz. Peygamber döneminde olmayan her şey bidat değildir.

Hasane ve seyyie diye böyle bidatları…

Yani, hepsi hasanedir. Seyyie ise ona bidat falanda denmez. Hatanın adı hatadır. Bidat demeye de lüzum yok. Sonradan uydurulmuş, ibadete itikada müteallik, ibadetin mükellefiyet tarafına – bu çok önemli – ibadetin mükellefiyet tarafına bir şey bir nokta koymak, bir nokta çıkarmak bidattir. Daha daha açık söyleyim, sahşi kanaatim. Ben alim bir adam değilim, inancımı söylüyorum. Küfürdür. Kendini Allah yerine koymadır. Asla olamaz. Ne itikada ne amele. Ancak; muhabbetin tezahürü olan nevafile, istediğiniz her şeyi yapabilirsiniz.

İstediğimiz her şey mi hocam?

Evet istediğimiz. Yani ben günde elli rekat daha namaz kılacağım. Kimse buna mani olamaz. Ama “ben günde elli rekat namaz kılıyorum camiye gitmesem olur” dedi mi olmaz. “Ben oruç tutacağım, ramazan haricinde” Tut. Ha tabi Ramazan Bayramının birinci günü tutamazsın, “Ben o zaman da tutacam” olmaz. Sana bana tabi değiliz; Allah ve Resulüne tabiyiz. Ancak nasıl yemek yerken, pırasa mı yersin? Lahana mı yersin? Kimse karışmıyorsa; nevafile de kimse karışmaz. Bu hususta “ben x lokantasının yemeğini çok seviyorum ara sıra evimden çoluğumu çocuğumu alıp oraya götürüyorum beraber yemek yiyoruz, çünkü çok seviyorum oranın yemeğini” bunun gibi “bir muhterem x zatı şerifin yaptığı nafileleri kendime ruhuma gönlüme çok uygun buluyorum, bende onun gibi yapıyorum” demeye kim mani?

Bir misal arz ediyim. Ahmet Yesevi Hazretlerinin bir adeti var. İkindi namazının sünnetinin birinci rekatında dört, ikincisinde üç, üçüncüsünde iki, dördüncüsünde bir defa Sure-i Asır okuyarak kılıyor. Olmazını gösterin bana bunun. Bir Müslüman kardeşimizde Hz. Ahmet Yesevi’nin bu tarzını çok sevdi. Hep böyle kılıyor. Ne mani var? Bir mani var mı? Ancak “Ben böyle yapıyorum, farzı geçiniz” dedim mi kafir olursun!

Ama bunu kural olarak dayatamayız?

Hayır. Şahsi tercihler.

Bir de; bir zata gittik. " Benim birçok noksanım var efendim. O noksanımı tamamlamak için size tabi olmak istiyorum" Dedim. Onun dediğini dinlemeye mükellefim.

Teslimiyet bunu gerektiriyor.

Hah bu ayrı bir şeydir. Seçene kadar hürriyet vardır. Seçilip akit yaptıktan sonra hürriyet namı altında başı bozukluk olmaz.

Dine girmede zorlama yoktur da dine girdikten sonra emirlerine uyacaksın.

Zorlama değildir ki o. Eğer zorla yapıyorsan sen daha dine girememişsindir. Daha taklittesin. Tahkika erememişsin.

Tabi aynı mantıkla devam edersek hocam; mezheplerde problemdir bidattir.

Niye problem olsun. Efendim Peygamber zamanında yoktu. E canım sahibi şeriat ordayken içtihate hacet var mı? Evvela mezhebin ne olduğunu anlayalım. Haa yanlışımız nerde müslüman toplumu olarak? Mezhebimizi din edinmişiz! Din başka bir şeydir; mezhep başka bir şeydir. Bunu anlamak lazımdır.

Şimdi Hocam tasavvufun var olduğunu anladık burada, kavram olarak yoksa da ruh olarak yaşantı olarak tasavvuf vardıya geldi galiba?

Şimdi; daha da evveli var müsadenizle. Demin arz etmeye çalıştım. Biz dünyaya göbeğimiz kesildiği anda başlarız, yani dünya hayatı annemizden ayrılıp göbeğimizin de kesilmesiyle nefes almak suretiyle ilk nefesle beraber dünya hayatı başlar. Tasavvuf hayatına doğuş ise bir mürşitten inabe almakla başlar. Yani bir mürşit size Cenab-ı Hakkın esmalarından - esma kelimesinin ismin çoğulu olduğunu herkes biliyor ama Türkçe de esma tekil olarak kullanılır, dolayısıyla esmalar sözü kaideye yanlıştır ama galat olarak doğrudur, onun için kimse edebiyat dersi lisan dersi vermeye falan kalkmasın - nasıl bir mürit mürşidin önünde Cenab-ı Hakkın esmalarını talim etmek suretiyle tasavvuf hayatına başlar ise; Hz. Adem (a.s.) ilk esmayı alan zat değilmidir? Kur'an-ı Kerim'in daha başında dördüncü sayfasında. Öyle ise ilk şeyh Allah, ilk derviş Adem (as)'dır. Aksini iddia eden buyursun!

Bakın cemiyetimizde şöyle bir yanlışlık daha var. Biz İslamiyeti Muhammed Mustafa aleyhisselam ile başlamış zannediyoruz. Hayır efendim, öyle değildir. Açsınlar Kur'an okusunlar. İslam Adem aleyhisselam ile başladı. Allah bir, din birdir. Bir tane Allah'ın bin tane dini olmaz. Adem (as) ne söyledi ise Muhammed Mustafa (sav) aynı şeyi söylemiştir; aradaki ismini bildiğimiz bilmediğimiz hakim rivayete göre 124 bin adet olan Peygamberan-ı İzam hazeratı hepsi aynı şeyi söylemiştir. Namaz vardır. Tessettür vardır. Oruç vardır. Kabe tavafı vardır. Hepsinde vardır. O, beş temel diyoruz ya. Allah'ı birlemek, o günün peygamberini peygamber olarak kabul etmek, bunun üzerine de dört direk namaz, oruç, haç, zekat. Hz. İsa'ya inen ayette "madümtü hayya" diyo ölünceye kadar namazı kılacaksın zekatı vereceksin! Ya Hz. İsa zaten çok fukara bir zat. Bir peştemalı bir kupası var. Yani su içme kupası var. Başka bir şeyi yok, O'na rağmen. Zekat meselesi de böyledir. Daldan dala atlamak mecburiyetindeyiz. Hz. Ali Efendimize sormuşlar: "Zekat nedir? Kaçtır?" diye. "Sana göre mi, bana göre mi" demiş. "Bunun sana göresi bana göresi olur mu" demiş. "Olur" demiş. "Sana göre asgarisi kırkta bir - yüzde 2,5 - bana göre hepsi."

Biz asgarileri yerine getirdiğimiz zaman kendimizi dinin gereklerini yerine getirmiş zannediyoruz. Beş vakit namazı kıldın, kıldın beşi yedin aşı yattın aşa. Bu kadar ucuz değildir. Neden değildir? Dünya hayatında yükselmek için tahsiller yapıyoruz, kurslara gidiyoruz, yabancı dil dersleri alıyoruz. Niçin bunlar? Biraz daha yüksek maaş almak, biraz daha mevkili bir yerde çalışmak için. Peki ebedi hayata inandığımızı söylüyoruz da bunun gerekleri için neden çalışmıyoruz? Niye öğrenmiyoruz birşeyler? Hiç öğrendiğimiz yok! Öğrenirsek bütün bu yanlış anlamalar bitecek. Asgari ile yetinmemeyi nasıl dünya hayatında yapıyorsak dini hayatımızda da asgari ile en az ile yetinmemeyi öğreneceğiz. O zaman tasavvufun ne olduğunu anlarız.

Şimdi demek ki tasavvuf hayatı bir mürşitten esma almakla başlıyor ise, - ki öyledir - o zaman ilk esma veren Allahü Zülcelal ilk esma alan Adem aleyhisselamdır. Teknik tabiriyle müesseseleşmiş tabiriyle söylersek, ilk şeyh Allah ilk derviş Adem'dir.

Gelelim Efendimizin Zamanı Saadetine. Ashaf-ı Soffa'yı kim tanıyor, 70 milyon Türk Müslümanı içinde? Ashaf-ı Soffa'yı tanıyıversinler. Okusunlar. Nedir? Kimlerdir? Ve hemen sonra Ehli Bidat'ı tanısınlar. Bidat nedir? Ehli Bidat kimlerdir Ashab-ı Kiram içinde? Akabe Biat'ı nedir? Ağacın altında "Allah sizden razı oldu" diye ayet gelecek kadar Allah tarafından yüceltilen bu Zevat-ı Kiram kimlerdir? Ve bu kurum, bu müessese nedir? İşte tasavvuf budur! İşte tasavvuf budur. Kim demiş Hz. Peygamber zamanında yoktu diye?

Şimdi bugün bir Kur'an-ı Kerim alıyoruz yani Mushaf-ı Şerif alıyoruz, diyosunuz ki efendim Hattat Hulusi Efendinin hattı, Hafız Osman Efendinin hattı, Musa Salih Efendinin hattı daha daha eskilere gittinmiydi Şeyh Hamdullah Hazretlerine kadar gidiyor. Hep aynı Kur'an-ı Kerim. Ama biz işin estetik, sanatsal, bedii tarafı var. Zevk tarafı var. Efendim tezhipler yapmışlar. Ayetlerin sonuna lalettayin bir nokta koyabilirdi. Hayır çiçekler yapmışlar. Nedir? Estetiktir. "Allahü cemilü yuhibbül cemal: Allah güzeldir, güzeli sever." Kur'an-ı Kerim'i çiçekle süslemek O'na bir muhabbet arz etmektir. Mushaf-ı Şerife, Kur'an-ı Kerime muhabbet onun hükmünü yerine getirmekle olur oda ayrı mesele! Yoksa istediğin kadar süslü cilt yap, altın yaldızlı cilt yap; hükmünü yerine getirmiyorsan pek bir işe yaramaz. Hükmünü yerine getirmek Kur'an'a hizmettir ama Mushaf-ı Şerif'i süslemekte ona olan sevgiyi ıshar etmek, ortaya koymaktır. Buda lazım.

Şimdi o Kur'an-ı Kerim hattatlarına göre isimlendirilmesi Kelamullah olmasını ortadan kaldırmıyor. Hafız Osman Hattı diyorsun, tamam Hafız Osman Hattı ama Allah Kelamı. Bunun gibi, Hz. Abdulkadir'in tarikatı diyorsun. Tarikat-ı Muhammediye'dir o. Hz. Mevlana'nın diyorsun buda Tarikat-ı Muhammediye'dir. Hz. Mevlana'nın, Hz. Abdulkadir'in, Hz. Şah-ı Nakşibendi'nin vesair Piran-ı Kiram Efendilerimiz Hazeratının teessüs ettirdikleri değil, içtihat buyurdukları yollardır! Evvela içtihadın ne olduğunu bilecez, tasavvufu anlamak için. Bakın, fıkıhta bir kaide vardır. İçtihat, usulü fıkıhta değil, füruu fıkıhta yapılır. Füruatta, asılda içtihada mesa yoktur. Ha! Mesela namaz kılarken, kıyam etmek farzdır. Farz değildir diyen hiçbir imam yok.

Dört imam içinde.

Dörtle sınırlandırmayalım! Aman bundan vazgeçelim. Dört, en çok taraftarı olandır. İmam-ı Evzai Hazretlerini kim biliyor? Kimse bilmiyor. 700 sene bütün bir Suriye, Lübnan, Ürdün, Batı Irak ahalisi İmam-ı Evzai Hazretlerine tabii olmuştur. Onun içtihadı yürümüştür. Taa Selahattin Eyyubi'ye kadar. Selahattin Eyyubi Mısır'ı aldıktan sonra Suriye de Mısır Devletine tabii olmuş - Eyyubi Devletine - ama Mısır da Şafii Fıkıhı hakim olduğu için Suriye'ye gönderilecek olan kadı efendiler Şafi oldukları için zaman içerisinde Şafiiyeye dönmüştür. Evzai zaman içinde yok olmuştur.

O zaman ehli sünnet çerçevesi içinde mi?

Hah! Gayet tabi. Ehl-i Sünnet'in itikadi ve ameli mezhepleri vardır. Şimdi namazda kıyam etmek hakkında hiç kimsenin en ufak bir şüphesi yok. Ancak, kıyamda mühim olan şey ayakta durmak değil, tazim etmektir. Cenab-ı Hakkı ululamak! Şimdi burada içtihatlar başlıyor işte. "Ya bu ululamak için ben ayakta sakin durursam", Bu ululamaktır. "En iyi ululamak bence budur" diyor bir zat-ı şerif. Bir zat diyor ki "Hayır" öyle manzara seyreder gibi elini sallayarak değilde, elini kavuşturarak durmak daha tazimkardır ki Hz. Ömer'de bu fikirdedir. Çünki bir de şey diyor Hz. Ömer: "Seni biri uzaktan biri görürse ayakta dururken, ellerinin bağlı olduğunu görünce"namaz kılıyor bu adam" der". Düz dururken bir yere bakıyor zannedebilir. Bu fikirde Hz. Ömer. İmam-ı Azam Efendimizde bu fikirde. İmam-ı Malik serbest bırakırsan daha tazimkar olur diyor. Şimdi bakın burada birleşilen nokta tazimdir. Teferruat ise bağladın - ha bir de bağlama yeri; göğsüne bağladın, göbeğine bağladın, göbeğinin altına bağladın, elini bileğinden tuttun - hep bütün bunlar bakın; içtihada tabi şeylerdir. Ancak tevhit Cenab-ı Hakkın çok önem verdiği bir unsur olduğu için herkes her istediğini yapmasın. O kadarda serbest değil diye bir birliklik, birliktelik, paylaşımı çoğaltmak bakımından bir sistem kurulmuştur. Yav elini bileğinden tutacaksın, göbeğinin altına bağlayacaksın, hanımlar yukarıya bağlayacaklar. Bunu put edinmemek lazımdır. İnşallah, şimdi o kadar çok hacca ve umreye gidenlerimiz var ki orada diğer Müslüman kardeşlerimizde görüyoruz, onlarda Allah ve Resulünün rızası için hicaza gidiyorlar ama ellerini bizim gibi bağlamıyorlar. "Ha demek ki böyle olabiliyor"u görerek yavaş yavaş öğrenmeye başladık.

Şimdi Ashab-ı Kiram'ın içerisinde - Ashab-ı Kiram sayısında 124 bin rakamı hakim rivayettir; aynen Peygamber sayısı gibi - işte burada başka bir incelik daha çıkıyor. "Ashâbî ke'n nucûmi iktedeytüm ihdeytüm" "Benim Ashabım her birisi tek tek yıldızlar gibidir. Hangisine bakarsanız doğru yolu bulursunuz" buyuruyor Efendimiz. Başka hadisde var. "Ulemâü ümmetî ke-enbiyâi benî isrâil" "Benim ümmetimin alimleri Beni İsrail'in Peygamleri gibidir." İşte Ashab-ı Kiram adeti 124 bin olarak kabul ediliyor.

Nezakettendir.

Tabii. Büyük incelikler vardır. Resulullah Efendimizin inceliğini nezaketini bir anlasak. Bu 124 bin zat içerisinde Ashab-ı Soffa kaç kişi? Ehli Biat kaç kişi? Bunları ben söylemeyeceğim. Biraz kitap okusunlar. İncelesinler. Çünkü biz burada söyleriz geçer gider. Ama emek verirlerse, iki kitap karıştırırlarsa bir daha unutmazlar. O zamanda bilgileri zan halinden çıkar olgu haline gelir. İşte tasavvuf, adı konmayıp müesseseleşmesede, Hz. Adem'den beri vardır; Resulü Ekrem Efendimiz zamanında da Ashab-ı Soffa ve Ehli Biat'le müesseseleşmişdir. Bunların içinde aynı zamanda Aşere-i Mübeşşere'den olan Sa'd bin Ebi Vakkas Efendimizin çok önemli bir sözü vardır. "Habibi Kibriya Efendimiz, biz Ashab-ı Soffa olarak hepimize ayrı ayrı ve ayrı ayrı adette esmalar verdi. Ben parmak hesabı yaparak bu rakamları karıştırıyordum birbirine; bir orta halli kalınca ipe 33 tane düğüm attım, onu sayma aleti olarak kullandım. Çünkü Hz. Peygamber her namazdan sonra 33 Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahü Ekber'i söylüyordu. O 33 bende bir birim rakam oldu. Ben hep o 33'e göre kendimi ayarladım" diyor. Bunu söyleyen Sa'd bin Ebi Vakkas.

Resülullah Efendimiz'inde Dayısı.

Bir çok yakınlığı var. Tam dayısı değil. Halazade dayısı gibi. Bak şimdi o lafı iyi anlamak lazım. Hepimize ayrı adette ayrı esmalar. Mesela Hz. Ömer Ashab-ı Soffa'dan değildir. Ama Utbe bin Hattab, bak kimse bilmez onu Hz. Ömer'in kardeşi, Ashab-ı Soffa'nın ileri gelenlerinden. Meşhur Hadis Ravisi Ebu Hureyre Hazretleri, Ashab-ı Soffa'dandır. Bu kadar söylüyorum, Ashab-ı Soffa'nın müessese olarak da kimlerden oluştuğu olarak da lütfen inceleme yapsınlar.

Biat hadisesi, Mekke'nin fethinden önceki özellikle incelesinler. Huneyn Harbinde, Mekke'nin fethinden sonraki Huneyn Gazvesinde Resulü Kibriya Efendimizin Hz. Abbas'a, amcası Hz. Abbas'a ne şekilde nida ettirdiğini, bağırttırdığını öğrensinler. Malüm Huneyn'de biz çok kuvvetliydik. Silahımız, bineğimiz, atımız, devemiz ve 10 bin kişide müşrik müttefikimiz vardı. Müşterek düşmana karşı gidildiği için. Yani müşrikle ittifak yapmak Hz. Peygamber'in izni ve fiilidir. Doğru dürüst öğrensinler. Gavura selam bile vermiyorlar, öyle şey olur mu yav! Medine akdini Yahudiler bozuncaya kadar Resülullah Efendimiz onlarla beraber oturdu. Hasta Yahudi çocuğun evini ziyarete gitti. Her gün geçmekte olduğu sokakta oynayan çocuklardan birini görmeyince "Ne oldu arkadaşınız?" diye sordu; "Hastalandı Ya Resülallah iki gündür gelmiyor, sokağa çıkamıyor" "Nerede evi ben gidiyim" dedi, çocuklar dedilerki "O Yahudi" Peygamber Efendimizde "Olsun. Ben geçmiş olsuna gideceğim." dedi. Resülullah Efendimizin tavrına bakın birde bizim davranışımıza bakın.

Huneyn de bizim ordu kendine fazlaca güvenipte gevşek davranınca müşrikler bastırdı. Bozulmaya başladık. Hafif bir ricat başlarken, Resülullah Efendimiz Hazreti Abbas'a "Ey Ehli Biat nereye gidiyorsunuz!" diye bağır dedi. Çünkü Hazreti Abbas çok gür sesli bir zatı şerif. Bir bağırdı - bak Müslümanlar, Muhammediler, Hemşerilerim, Kureyşliler diye bağırmıyor - "Eyyy Ehli Biat nereye!" deyince dahada sayısı azalmış olan Ehli Biat'in akılları başlarına geldi, döndüler, dönmeleriyle beraberde gavuru süpürdüler. Acaba Efendimiz niye Ehli Biat diye bağırttırdı amcasına? Çünkü biz ruh halindeyken eles bezminde Rabbül Alemin'e "Sen bizim Rabbimizsin" dedik. Dedik. Hatırlamıyoruz ama! Biat ise şuur ile El Ele El-Hakk'a kaidesi gereğince Allah'a ayrı bir söz vermektir. "Yedullâhi fevka eydîhim" "Senin elinin üstünde Allah'ın Eli var" diyor.

Sahabeyi İkram zaten Efendimizin Elini tutuyor değil mi?

Niye biatta tutuyor sadece? Musafaha dediğimiz tokalaşma var. Hayır, biat edilirken "Biz Seni nefsimizden, çoluğumuzdan, çocuğumuzdan, malımızdan, mülkümüzden daha aziz daha kıymetli biliyoruz, her şey sana feda olsun" "Fedake nefsi ve ümmi Ya Resülallah: Nefsim de anam babam da sana feda olsun!". Zannediyorum Ali Ulvi Bey Merhumundur "Eşsiz güzelin vaslına servet gerekirse, sermayemiz evladı ayal olsun efendim" diyor. Yaa. Eğer Resülullah'a ulaşmak için evladı ayal bile bir ketse, bir setse oda feda olsun. Resülullah Muhabbeti böyle bir şeydir. Ve Resülullah Muhabbetini tasavvuf öğretir.

Bunlar tasavvuf deryasından bir katre bile değildir, ama denizden alınan bir bardak su deniz değilse de denizdendir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder