6 Mart 2008 Perşembe

"Habibimde size örnekler vardır"

Ömer Tuğrul İnançer'in 06 Mart 2008 tarihinde Burç FM'de Sadettin Acar'ın sunduğu Seyir Defteri programında yaptığı sohbetin yazıya dönüştürülmüş halidir.

Efendimizi örnek almak bahsi çok sık kullanılan bir bahistir.

Farz-ı Ayndır bütün Müslümanlar içinde ondan.

Öyle. Kur'an-ı Kerim'de ayet vardır Efendimizin örnek alınması gerektiğine dair. Tabi en üst perdeden en alt seviyeye kadar Efendimizin örnek alınmasıyla ilgili söylenir bu. Yani bir alimde bir - herkeste söyler örnek alalım. Şimdi bu biraz söylem olarak kolay bir söz Efendimizi örnek almak yalnız uygulama bahsinde Efendimizin örnek alınması bahsi biraz zor gibi gözüküyor..

Allah insan kullarına, insanlara taşıyamayacağı yükü yüklememiştir dolayısıyla zorluk mevzu bahis değildir. Bu küfre iştirak etmem.

Peki nasıl örnek alacaz?

"La yükellifullahü nefsen illa vüs'aha" ayeti kerimesi örnek almak bir mükellefiyettir ayetle sabit olduğu için bütün mükellefiyetler taşıyacağınız takatin üzerinde değildir. O zaman biz konuyu anlamamışız demektir. Dolayısıyla takatimiz dahilindedir. Tembelliğimizi araştırma eksikliğimizi takatsizlik bahanesinin arkasına sığındıramayız, zorluk bahanesinin arkasına sığındıramayız. Allah kullarına zorluk emretmemiştir. Evvela bu ana prensipleri koyalım.



Tatbikatta bu zor oluyor derken buradaki zorluk belli Müslümanların beceriksizliğinden kaynaklanıyor. Tembelliğinden kaynaklanıyor. İman zafiyetinden kaynaklanıyor. Gayet açık konuşmak lazım. Efendimizin örnek alınacak hususları hayatının tamamındadır. Evvela bir kere şu 40 yaş meselesini bitirmek lazımdır. Hele hele lisanı olarak 40 yaşında peygamber oldu sözü terbiye hudutları dışındadır. Ayrıca hakikat hudutları da dışındadır. Çünkü sonradan peygamber olunmaz. Peygamberlik vazifesi tebliğ vazifesi o Allah'ın emrettiği zamanda başlar. Ama sonradan olunmaz. Böyle demek batı düşüncesinde Peygamberlik bilginin son sınırını aşmak olarak görülen en yüksek bir kademedir. Bu batıdan gelme bir kavramdır. Batıyada eski yunan putperestliğinden geçme bir kavramdır. Çünki batının, bugünkü batının iman meselelerinde Hz. İsa'dan başka tanıdığı peygamber yoktur. Museviler zaten Hz. Musa'dan başka peygamber tanımazlar yani Hz. Harun dahi peygamber değildir Musevilerin indinde. Dolayısıyla oradaki peygamberlik buda konfüçyüs gibi zevatta peygamberlik seviyesindedir. Bilgiyi bilgi hududunu aşan ordaki Cebrail Gabriel aklı selimdir, aklı selim Yaratıcının verdiği ilhamla bilgi sınırlarını aşan ve yeni bilgiler veren ve bu bilgilerde genellikle ahlaki mevzularda olur. Hz. Peygamber böyle bir şey değildir.

İslam inancındaki enbiya rüsül peygamberler anlayışı böyle değildir. Telakki böyle değildir. Dolayısıyla peygamberlik sonradan kazanılan edinilen bir hal bir sıfat bir görev değildir. Görevin vahiy ile başlaması olur o ayrı mesele. Onu birbirine karıştırmamak lazım.

Şimdi Resülullah Efendimizin örnek alınabilmesi için evvela Efendimizin tanınması lazımdır. Bu tanınmak ne yazık ki hadi ana okulu demeyelim ama ilk okul seviyesinde kalıyor, toplumumuzda kendini dindar zannedenler tarafından bile. Alimlerden bahsetmiyorum onlar zaten başımızın tacı. Babasının adı Abdullah annesinin adı Emine amcası Ebu Talib dedesi Abdulmuttalip şurda doğdu şöyle yaptı, Hz. Peygamber'in hayatı bu. Yani lalettayin bir kişi hakkındaki ansiklopedik biyografik bilgiler. Peygamberi tanımak bu mudur? Resülullah Efendimizin zuhur ettiği dönemin sosyal ortamı, oradan başlayacak iş. O ortama tesir eden sebepler. Çünkü bunlar bilinmediği zaman mesela bir takım iftiracılar bir Arap lideridir, tek tanrılı din getirmiştir, efendim Kabe'deki putları temizleyip tekrar Hac yapmıştır. Evvelini bilmediği için böyle söylüyor buna da inananlar oluyor. Kabe'ye putun sonradan doldurulduğunu bilmiyor, söylemiyor.

Hz. İbrahim zamanında bildiğimiz Kabe ki maalesef birçok Müslüman - ben Hicaz da mutadil kereler bulundum Rabbimin inayetiyle Elhamdülillah. E orada konuştuğumuz sohbet ettiğimiz insanlar Kabe'yi göstererek burada kim yatıyor diyenlere de rastladım. Hatta Medine'den dönüşte bile evvela Medine'ye uğrayıp sonradan Mekke'ye geldiğimiz halde tavaf sırasında - tavaf bir ibarettir konuşulmaz, telefonla konuşan mı istersin hatır soran mı istersin onlar ayrı meseleler ama burada kim yatıyor diye sorandaz var. E böyle bir adamın, böyle bir kişinin Hz. Peygamber'i tanıması mümkün mü?

Dolayısıyla taaa Melekler zamanında Hz. Adem'in dünyaya gönderilmesinden önce inşa edilmiş olan Kabe sonra yıkılmış sonra Adem inşası, Amelika Kavmi inşaası vesair birçok inşaalar var ve bugün ki bina IV. Murat yapısı. Yani dünkü çocuk IV. Murat, Hz. İbrahim ile kıyaslarsak. Bunu dahi bilmeden Hz. Peygamber'i tanıyıp örnek alma gibi bir farz-ı ayn yerine getirilemez.

Özür dilerim. Devam edecez yine kaldığımız yerden. Peki yeryüzüne yapılmış ilk bina Mekke'deki denebilir. Ama bu bu değildir. Yıkılmış ama yer aynıdır.

Yer aynıdır yer aynıdır. Zaten. Kabe'nin muhtelif tamirleri yıkılıp yeniden yapılması zamanında dahi tavaf durmamıştır. Tavaf hiç durmamıştır. Putperestler tarafından olsa bile. Allah beytini tavafını emretmiş ve Hz. Adem'den itibaren tavaf asla durmamıştır. Müşriklerde tavaf yapıyorlar. E yanlış yapıyorlar bozuk yapıyorlar ayrı mesele. Ama tavaf durmamıştır. Müşrikler zamanında da Hz. Ebubekir gibi Zevat-ı Kiram ahnef yani hanif dininden olarak doğru tavafta yapmışlardır. Resülullah Efendimizde tavaf ediyordu. Müşriklerin tavafıyla aynı değildi. Mana ve mahiyet farkı görülmeden şeklin aynı görülmesi aynı hüküm demek değildir. Yani buradan şu anlaşılıyor. Yıkılmalar yapılmalar tamirler sırasında dahi tavafın devam etmesi.

Orada tavaf edilen şey bina değildir. Binanın etrafını çerçevelediği arsadır. Arazi parçasıdır. Bugün tavaf ettiğimiz yerin tamamen sınırları içinde bina yok ki. Hicr-i İsmail ne? Onun dışında tavaf ediyoruz. İçinden tavaf olursa ne olur, şaft eksik olur. Bir daha yapmak lazım. İçinden geçemeyiz Hicr-i İsmail'in. İlla dışından yani kare değil dikdörtgendir arazi. Tavaf ettiğimiz mekan dikdörtgendir.

Daire çizmiyoruz.

Daire çizmiyoruz tabi. Gayet aşikar yani açıp televizyon görebilir herkes. Dolayısıyla binanın değil. Binanın çerçevelediği arsadır tavaf edilecek yer. Fakat bunun tespitini Cenab-ı Hak bina ile göstermiştir. Nitekim Abdullah İbn-i Zübeyir'in Halifeliği zamanında yapılan inşaa edilen Kabe dikdörtgendir. Haccac'ın yıkmasından sonra daha doğrusu yangın ile yıkılmasından sonra tekrar bugünkü sınırları içinde Efendimizin gençliğinde yapılan tamir gibi o sınırlar içinde bina yapılmıştır. Ama yine tavaf hatimin dışında yapılır o ayrı mesele.

Hocam iyen aynen devam edelimde. Yine aklıma takılan bir soru: Kabe'de namaz kılınırken halka şeklinde saf alınır değil mi Hocam. Tavaf dikdörtgen olur ama..

O da halka değil. Oda dikdörtgen büyük bir halkadır. Tam yuvarlak olması mümkün değil ki. Çünkü Hicr-i İsmail'in içinde namaz kıldırmıyorlar. Kılınırsa ne olur? Kılınır fakat imamın önüne geçilmiş olur. İmam Hicr-i İsmail'in içinde namaz kılarsa o zaman Hicr-i İsmail'in arkasında namaza durulur. Hicr-i İsmail'in içinde sünnet kılınır, ziyaret namazı da kılınır. Mümkün olsa Kabe'nin içinde de kılınır. Hangi duvarına dönersen dön kıbledir. O bir şey değil. Ama Hicr-i İsmail'in içinde dahi Binaya dönmek lazımdır kıble olarak. İmam orada durursa eğer ki bugünkü tatbikat itibariyle durmuyor, ya kapının olduğu cephenin dibinde duruyor, biraz daha tenha ise cemaat Makam-ı İbrahim'in arkasında duruyor. Daha tenha ise daha arkasında duruyor. Bazan da çok kalabalıksa - oda caizdir - önü açık olmamak kaydıyla dahi ki hacda ve özellikle ramazan umresinde taa arkada eski müezzin mahfelinin altında duruyor. Bir şey icab etmez. Kabe'de ki namaz camide ki namaz gibi değildir.

Şimdi bütün bunlar bilinmeden, Resülullah Efendimizin örnek alınması mevzu bahis olamaz. Ansiklopedik biyografik bilgiler Efendimizi tanımak demek değildir. Bulunduğu ortam, ailesi, gelişimi yani normal çocukluk gençlik delikanlılık zamanları, izdivacı, o sıralarda geçirdiği zamanlar, yaptığı işler bütün bunlar bilinecek. 40'ından sonraki hayatı örnek alınacak diyenler Efendimize iftira ederler. Çünkü Efendimiz Aleyhisselatuvesselam'ın gençliğinden çocukluğundan itibaren yaşadığı her hadise, kendisine daha sonra nazil olacak olan hiçbir ayete muhalif olmamıştır. Hiç, zerrece.

Hep aynı misali veriyorum çünkü ondan aklı erenler için birçok mana çıkarmak mümkün. Hicret sırasında Efendimizin Mekke'deki Sevr Dağından Kuba'ya kadar ki önünden giden kılavuzu bir müşrikti. Müşrik! Yani başında Hz. Ebubekir var ama kılavuzu müşrik. Çünkü iş yapılırken iman esasına göre bakılmaz. Bu bizim kendi icadımız. Kendi dayanışmamız. Bir sosyal dayanışmayı bir din kaidesi haline getirmişiz. Böyle bir haddimiz yok. Hazreti Peygamber'in davranışlarıdır bizim yegane numunemiz.

Müşriği kılavuz tuttu neden? Çünkü işinde ehil. Hicretten kaç sene sonra Mekke fethedildi?

13.

11, 12, e 13 hesaplar yani. 11 demek daha doğru olur. 11 sene sonra gelen bir ayet var. "Emaneti ehline veriniz". E Efendimiz zaten emaneti ehline veriyordu. Kendi hayat - şimdi zahir konuşursak eğer müşrikler tutarlarsa hayatına kastedecekler Hicret sırasında. Bu hayat memat meselesinde dahi işi ehline verip bir müşriği kendine kılavuz ediniyor. Ve bu hadiseden 11 sene sonra ayet geliyor. "Emaneti ehline ver" diye. Yani Efendimize de bize de emirdir bu ayrı mesele. Bunun gibi, Efendimizin namaz oruç zekat gibi bugün mükellefiyetler ve dinin yegane yapılması gereken hususları olarak algıladığımız çok eksik algıladığımız hususlarda dahi Efendimizin davranış biçimleri aynıdır.

Namazın şeklini Cebrail Aleyhisselam'dan öğrenmiştir. Çünkü Hükümet-i Rabbani Murad-ı İlahi öyle tecelli etmiştir. Allah isteseydi talim ettirmeden de Habibi Edibi Zişan'ına bunu öğretebilirdi. Hayır. Talim ile öğretti. Üç gün üç gece Kabe'nin duvarı dibinde ki oraya Hufre-i Salat denir, eskiler yerini bilirler, şimdi maalesef her yer mermer oldu dümdüz. Hafif bir çukurluk vardır orada Resülullah Efendimizle Cebrail Aleyhisselam'ın namaz talim ettiği yerdir. Bu bize bir örnektir. Buda bize bir örnektir. Bizde namazı bilenden öğrenecez. İlmihal kitapları işte ona yarar. Namaz hocaları işte ona yarar. Ama biz namaz hocası okuduğumuz öğrendiğimiz zaman namaz kılmasını değil dini öğrendik diye ortalığı fetvaya boğuyoruz. Ben kitap okudum diyor. İlim kitaptan öğrenilmez. Adamdan öğrenilmez. Amelden öğrenilir. Bu yanlışlık maalesef çok yaygın.

Şimdi Resülullah Efendimizin örnek alınması için evvela tabi tanımak lazım. Ben örnek almaya siz beni istediğiniz kadar sohbete çekin gelmeyecem sayın hocam. Tanımada kalacam. Tanımıyoruz! Efendimizi tanımadığımız müddetçe örnek almamız haddimiz değil. Tanıyacaz.

Bir Fatma Validemiz var. Fatma Validemizin ismi şerifinin Fatma olmasındaki hikmetler için Efendimizin Babannesinin de Fatma olduğunu biliyor muyuz. Abdulmuttalib'in hanımlarından biri Hz. Abdullah'ın valideyi muhteremesinin ismi Fatıma'dır. Efendimizin yanında büyüdüğü diyelim yaş itibariyle insan olarak beşer olarak, amcasının hanımı yani yengesi Fatıma bint-i Esed'dir. Tabi kızıda Fatma'dır. Mesela bu isimler önemli isimler. Muhammed, Hasan, Hüseyin isimleri o isimleri taşıyan Efendimiz Aleyhisselam'ın ve iki torunundan evvel hiç kimseye verilmemiştir. Ama diğer isimlerinin hepsinin evveli vardır. Mesela Fatıma işte bunlardan biridir. Hazreti Fatma'nın diğer bir çocuğunun ismi Muhsin'dir mesela Muhsin ismide var. Hasan Hüseyin yok. Muhammed ismi de yok.

Mesela Hz. Abdulmuttalip'in - benim bu sözüme itiraz eden bazı cahiller çıkabilir. Evvela itiraz etmeden tetkik etsinler ondan sonra itiraz etsinler. "Efendim Peygamber'in dedesi müşrikdi" adamın ağzına biber doldururum. Asla ve kat'a Hz. Adem'den itibaren Resulü Zişan Efendimize kadar baba baba baba baba olan Zevat'ı Kiramın hiç birisi, bir tanesi dahi puta tapmamıştır. Asla müşrik olmamıştır. Abdulmuttalip Hazretlerinin Efendimiz doğduğu sene ebrehe'ye verdiği cevabı niye bilmiyoruz. Kabe'nin sahibi Allah, develerin sahibi benim, Kabe'yi Allah korur ben develerimi istiyorum. Böyle bir Allah'a iman taşıyan etrafımızda çok görebiliyor muyuz? Var elhamdülillah da çok görebiliyor muyuz? "Kabe'nin sahibi Allah!" diyor.

Efendimizin doğduğu gecenin sabahı Ebu Leheb'in cariyesi gelip Abdullah'ın hanımı doğum yaptı bir erkek çocuk doğdu dediğinde Hz. Abdulmuttalip ayağı kalkıp Kabe'ye doğru dönüp "Bu Kabe'nin sahibi Rabbül Beyt'e hamdü sena olsun" diye uzun uzun hamdü senadan sonra dönüp "Adını Muhammed koydum" demesinde sonraki etraftaki insanların "yahu ne kadar güzel isim nereden buldun bunu" diye sorduklarında "Sema'dan gelen bir sada ile Rabbim'den öğrendim" dediğini kimse bilmiyor. "efendim bu nerde var?" E herhalde bunun nerde olduğunu bilen insanlar var, biraz açıp kitap okuyuversinler. Mesela Et Tarih Fil Kamil'i okuyuversinler. Hatta mükellefiyetleri öğrenmek için değilde bunları öğrenmek için o gayeyle tefsir okusunlar. Tefsirlerde de var. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de ne kadar ilim varsa gizlidir. Üstünü açabilen öğrenir.

Resülullah Efendimizin hayatının ve numune alınması gerektiğinin bilinmesi numune almayı bir netice olarak ortaya çıkarmıyor. Numune almak zaten mecburiyet "Benim Habibimin hayatında sizin için alınacak örnekler vardır" diyor Allah. Bitti. Bu bir farzdır. Bu farzın altındaki mana nedir. "Habibimde size örnekler vardır" diyorsa "Habimimi tanıyın" emri vardır. Dolayısıyla Resülullah Efendimizi tanımakta yani Muhammed İbn-i Abdillah'ın Resülullah olduğunun tasdiki iman için tamamdır. E peki yetiyor mu? Bu da bir emir. Bu da yerine getirilecek. Hak rızası kim bilir nerede gizlidir bilmiyoruz. Biz bütün bize emrolunanları yapmak yasaklananlardan kaçmak durumundayız. Hak rızası hangisinde gizli, bilmiyoruz.

Belki tanımak da o ibadet..

Tabi. Ben Sahihi Risalet Penahi'de elhamdülillah dünyanın birçok yerinde bu mevzularla meşgul insanlarla görüşmek nimetine erdirildim. Resulü Kibriya Efendimizi tanıyıp da sevmeyen, azametini, heybetini, sevgisini anlamayan hissetmeyen yaşamayan hiç bir adama rastlamadım. Ne kadar Efendimizin ve İslamın aleyhinde, onun eksikliğini söyleyen cuhela varsa adı üstünde cuhela. Tanımıyorlar, bilmiyorlar. Geçen gün bir gazeteci utanmadan "Ne olacak bu İslam'ın hali" diyor. Terbiyesiz. Müslümanın hali dese bende aynı fikirdeyim. İslamın hali. İslamın bir din, yegane din "inneddine indallahil islam", Müslümanların o dine mensubiyet iddia eden insanlar olduğunu, ayırımı yapılmadan bu küstahlıklar yapılır.

Yani sevmekte örnek almakta onun yolundan onun peşisıra gitmekte onu hayatımıza rehber etmekte tamamen tanımaktan geçiyor. Buna sık vurgu yapıyorsunuz..

E tanımadan nasıl örnek alacaz ki. Tanımadan sevemeyiz ki. "Peygamberi sevmek lazımdır iman gereğidir" iradi bir mesele midir ki sevmek? Olur mu mümkün değil. Elbette tanımak lazımdır. Tanıyıpda sevmemek zaten mümkün değildir. Tanıdın mı seversin. Çünkü tanımak için sarf ettiğin her gayret ibadettir. Bu ibadet karşılığında bir nur halk olunur. Çünki bildiğimiz gibi şeytanın ve cinnin yaratılış ham maddesi ateştir. Ateş de değildir de enerjidir. Yani bunları meşhur klasik eski dönem yaradılış unsurları anasır-ı erbaa denen hava su toprak ateş, bunları da maddeleştirmişiz. Ateşten kasıt enerjidir. O bir ayrı meseledir. Topraktan kasıt yani insanın yaratılan toprak, yoğunluktur. Çünkü insan mahlukat içerisinde yoğun bir varlıktır. Kesafet arzeder. Cin latiftir. Kesafeti yoktur.

Gölgesi yoktur..

E kesafeti yoktur ki kesafeti olsun. Gölgesi diyince aklıma geldi söylemeden geçemeyeceğim. Meşhur Bestekar Itri, Buhurizade Mustafa Itri Efendi bir şiirinde öyle der Efendimize "Öyle bir Nursun ki gölgen bile yere düşmez Ya Resülallah". Şimdi "efendim bu putlaştırmak mı". Hayır efendim bu sevgidir. Sevgiden anlamayanlar bu lafı tenkit edemezler. Biz cemiyet olarak, eski cemiyetimizde ve eksi o cemiyete yol gösteren özellikle sanatkar ve alimler olarak neler demişiz. Efendimizin gölgesinin bile yere düşmesine razı değiliz. Süleyman Çelebimize bakın "Hem heva üzre döşendi bir döşek". Biz Resülullah Efendimizin yer döşeğinde karyolada bile doğmasına razı değiliz. Havada duran yüksekte duran Hz. Amine'yi oraya yatırdı. "Bu doğrudur yanlıştır" yav doğruluğu yanlışlığı önemli değil.

Sen yarini övmek için seksen tane laf söylüyorsun hepsi doğru mu? Kızı tavlamak için elli tane laf söylüyorsun, genç kız delikanlıyı tavlamak için elli tane laf söylüyor. Cismen ve fizik olarak doğru değil. O kızın, o delikanlının gönlündeki sözler onlar. O manada doğru. "Dünyanın en güzel gözlüsü sensin" diyor. "Ne kadar güzel bakıyorsun" diyor. Dünyanın en güzel gözlüsü o olmayabilir ama o kızın o delikanlının ağzından çıkan o laf doğrudur. "Aslan gibi adamsın" diyor bakıyorsun cılız bir herif. Mesnevi Şerif her hususta olduğu gibi buna da bir işarette bulunmuştur. Meşhur Leyla ile Mecnun'un Leyla'sını zamanın padişahı "ulan kim bu Leyla bu Mecnun'u deli etti, hakkaten Mecnun etti, çağırın bakıyım şunu bana" getirirler Leyla'yı, görürgörmez "Abe kızım sende kara kuru bir şeymişsin yav" der. Leyla'nın gözünden ateş çıkarak "Sus!" der. "Sen Mecnun değilsin!". Leyla'ya Mecnun gözüyle bakmasını bilmek lazımdır.

İşte Resülullah Sevgisi bizim cemiyetimizde öyle bir haldedir ki 1400'lü yılların başı 1300'lü yılların sonunda Mevlit yazılmıştır Bursa'da, Süleyman Çelebimiz "Hem heva üzre döşendi bir döşek. Adı sündüs döşeyen anı melek" meleklere döşettiriyor. Biz Efendimizin yerlerde doğmasına bile razı değiliz. Sonra bu hale gelmişiz. Oda ayrı bir mesele. O ayrı bir yara ayrı bir acı.

Bu naatlardan söz açılmışken inşallah bir programımızda hocam müstakilen hem naatları hem naatlardan örnekleri açıklamak Şeyh Galip'den, Fuzuli'den, Nabi'den..

Oo ooooo. Bunlar şöhretli şairlerimiz. Şöhret olmamış veya belli mahfillerin ileri gelen Niyazi Mısrilerimiz, Aziz Mahmud Hüdayilerimiz, Eşref Zade Abdullah Rumilerimiz daha daha zamanda Şeyh Kamil Efendi gibi Zevat, efendim Şeyh Zekeriye Efendi gibi Zevat..

Şeyit Nizamoğlu, Şeyyat Hamza. Evet Hocam inşallah onları önümüzdeki bir programda naatlar ve naatlardan örnekleri..

Bir programa sığmaz ben daha önce söylemiştim, hatırı halinizdedir. Türkçe konuşan insanlar Müslüman toplumunun yüzde 20'si civarındadır tarih boyunca. Ama naatların yüzde 80'nini Türkler yazmıştır. Bu bir edebiyat tarihi araştırması tespitidir, dünyada yüz tane naat yazılmışsa tarih icabı bunun 80 tanesi Türklerindir, Arapçalar dahil, Farsçalar dahil ama Türklerindir.

Oda bu toplumun Efendimize verdiği değeri gösteriyor ve bu bir şereftir aslında bizler için. İnşallah Hocam sığdırabildiğimiz kadarıyla önümüzdeki programlardan birinde inşallah bu naatları konuşuruz. Şimdi tekrar bu örneklik bahsine dönecek olursak hocam şöyle bir soru var. Mucizeler bahsi. Şimdi Kur'an-ı Kerim'in ilk bölümünde ve programın ilk bölümünde işaret ettiğiniz buyurduğunuz gibi Efendimizin örnek alınması emredilmiştir. Bunun için tanımak vesair şarttır. Yalnız mucize diye bir bölüm var Efendimizin hayatında bir bölüm var ve bu bölüm önemli bir yerdir. Yani Efendimiz zorda kalınca melekler yardıma geliyor, müşrikler inanmayınca Efendimiz işte Ay'ı işaret ediyor ikiye bölünüyor, inanmayınca ağaca işaret buyuruyorlar ağaç iman ediyor.

Hala inanmadılar ama.

Hayvanı çağırıyor "Ben kimim" diyor hayvan konuşuyor, taş konuşuyor. Şimdi soru şu Efendim. Yani bunu artık şöyle toparlayım. Mucize ile desteklenen bir peygamber mucize alması mümkün olmayan ve o ihtimalde kalkmış olan biz sıradan kullar için nasıl örnek olabilir. 

Niye mucize peşinde koşupta adam olma peşinde koşmuyorlar bu insanlar? Evvela benim bu sualime cevap versinler. Mucize peşinde koşacağına adam olma peşinde koşsaya. Niye fevkaladelikler peşinde de, niye yerden bir karış yukarıda yürüme peşinde de, ayağını sağlam yere basmak peşinde değil? Şimdi Hocam, yanlış sualin doğru cevabı olmaz. Peygamberlerin ve Peygamber Efendimizin mucizeyle destekleniyor olması demek kişilerinde mucize ile desteklenmesini gerektirmesi demek değildir. Ayrıca ümmetin velilerinden zuhur eden kerametler nedir? Keramet peşinde koşmak sadece benlik kavgasına sahip olanların işidir.

Mucize ve keramet. Evvela bunun ne olduğunu öğrenelim. Cenab-ı Allah dünyayı sebepler ve neticeler kaidesine göre idare etmektedir. Böyle yaratmıştır, Murad-ı İlahi böyle zuhur etmektedir. İki tane ikiyi toplarsan dört eder. Bıçağı etine sürersen keser. Yüzme bilmiyorsan su girersen boğar. Ateşe girersen yanarsın. Pekiii nemrudun ateşi Hz. İbrahim'i niye yakmadı? Tufanın suyu Hz. Nuh'u niye boğmadı? İbrahim Aleyhisselamın bıçağı İsmail Aleyhisselamı niye kesmedi. Çünkü Cenab-ı Hak koyduğu kaideyi o konuda kaldırdı. Bıçağa kesmeme emri verdi. Allah'ın emrine muhalefet mümkün mü? Ateşe yakmama emri verdi ve nasıl yakmama emri verdiğini de Kur'an'da bize anlattı. "Berden ve selama". Çünkü "Berden" deseydi Cenab-ı Hak bir şey emrettimi mutlak manada emreder. Berd soğuk demektir. Soğu deseydi Hz. İbrahim donduydu. Ama soğu ve selamette ol. Selamette bir ortam yarattı. Ateşe emrediyor. Ateş yakıcılığından soğudu ama mutlak manada soğumayıp selamet derecesinde soğudu. Bir onu nasıl bir güzellik olarak anlatıyoruz insanoğlu olarak, nar yani ateş nura döndü veya bildiğimiz odun ateşi gül bahçesine döndü. Bu bir benzetmedir mühim olan orada "Berden ve selama" selam yani selamet, ateşe Hz. İbrahim için selamet ver emri geldi.

Demek ki sebepler ve neticeler Cenab-ı Allah'ın emriyle konduğu gibi emriyle de kaldırılır. Keramet ve mucize sebep ve netice ilişkisi olmaksızın bir takım neticelerin ortaya çıkması demektir. Biz normal fizik kaideleri içerisinde Allah'a kul habibine ümmet olmak peşinde koşacağımıza niye fizik kaidelerinin haricinde Peygamberin o tarafına özeniyoruz. Bu suali soranların hepsi benlik sahibidir. Ben size söyleyim. Çünkü tasavvuftan haberleri yok benlik terbiyesi bilmiyorlar. İşte müessese velev ki bir noktasından bir çivisinden eksiltilirse şeytan böyle sualler iva eder. Bu sualin asli itici noktası vehim ve şeytan ivasıdır. "Mucize ile desteklenen Peygamberi ben şimdi nasıl örnek alacam" Günlük Hayatını örnek alabildin mi?

Bir cenaze geçerken ayağa kalktığını "Ya Resulallah bu bir Yahudiydi." "Olsun ben-i ademdir" dediğini örnek almıyorsunda, niye ayı ikiye bölmeyi örnek almıyorsun. "Beni çok övmeyiniz, ben Mekke'de kuru ekmek yiyen bir Kadının oğluyum" sözünü bir tevazu numunesi olarak almayıpta "bizim gibi adamdı oda canım." tarzında bir küstahlıkla niye ele alıyorsunuz. Bakın Hacı Bayramı Veli Efendimizin çok sık tekrar ettiği bir duası vardır: "Ya Rabbi bana eşyanın (yani şeylerin) altı cihetini göster" Şimdi bakın biz sizle karşı karşıya oturuyoruz. Siz benim yüzümü cephemi ben sizin yüzünüzü ve cephenizi görüyorum. Ensenizi görmüyoruz. Saçınızın üstünü görmüyorum. Aşağısını görmüyorum. Yan bir cepheden bakıyorum. Halbuki her eşyanın her şeyin önü arkası altı üstü sağı solu vardır. Bu daha zahiriyi tanımak hocam. Deruna geçmedik daha. Batına geçmedik. Zahir tanımak. Bir zahiren bile ilk baktığımızda karşımızda şeyin sadece bir vechesini görüyoruz. Ve bunu tanıdığımızı iddia ediyoruz. İşte Hz. Hacı Bayram-ı Velinin bu kadar çok bu hususta ısrarcı olması zahirinin iyi tanınmayan şeylerinin batınının tanınmayacağının bir ilanıdır. Efendimizin zahirini tanıdık mı ki, batını olan mucizatını bileceğiz.

Miraç. Senin derdin roketsiz havaya uçmak mı? Git o zaman brahmanist ol. Onlar oturdukları yerden masanın üstüne herhangi bir fiziki şart yerine gelmeden uçabiliyorlar o kadarlık. Hepsi değil tabi çok azı. Veya çivili bir yatakta yatabiliyorlar. E kuş tüyü yatakta yatmak yerine çivili yatakta yatmayı tercih ediyorsan git brahman ol. Bur ne var? "Ben senin gibi değilim". Ben çivili yatakta yatarım. Hep benlik var. Çivili yatakta yatmak ahirete ve dünyaya ait ne gibi bir fayda sağlar. Benim senden üstün olduğumdan mada benim senden üstün olduğum iddiasının her türlüsü şeytandır. Hemen burada akla gelebilir öyleyse özellikle Tarik-i Rıfaiyede şiş, ateş yalamak bu nedir? Bu Cenab-ı Allah'ın kendi dininin bazı mensuplarına bazı putperestlerin yaptığı marifetleri ihsan olarak vermesi herhangi bir eksiklik iddiasından münezzeh kılması içindir.

Ve şu farkı bilmiyorlar. Bütün Hint felsefesinde ki bu nevi, ateşe basmaydı yok efendim dikenli yatakta yatmaydı uçmaydı gibi şeyler talim ile yapılır. Ama..

Belli bir egzersiz ile yapılır..

Belli bir egzersiz ile yapılır, bazısında kısa sürer bazısında uzun sürer. Egzersizsiz asla değildir. Ama İslam tasavvufundaki bu nevi bürhan denen ahval hiç talimsiz. Yabancıya da yapılır. Bu tarihende sabittir. İngiliz işgal kumandanı 1920 İstanbul'unda. Bir Hindistan'dan temin ettiği zehirli kılıçla bir Rıfai Şeyhi bürhan yaparken "canım bunlar göz boyama şeyler Hindistan da çok gördüm, marifetse alsın benim kılıcımla yapsın" demiştir. Şeyh Efendide "destur ya Hazreti Pir" deyip karnına sokup çıkarmıştır. İngiliz işgal kumandanı bayılmıştır "kılıç zehirliydi öldü" diye. Hiç bir şey olmamıştır. "Eğer istersen gel sana da sokup çıkarıyım merak etme bir şey olmaz" cesaret edememiştir İngiliz işgal kumandanı.

Şimdi bununla bunu birbirinden ayırmak lazım. Efendimizin mucizesi bütün Peygamberlere ihsan edilen mucizat gibidir. Bu meseleleri biraz incelemek istiyorlarsa böyle saçma sapan sual soracaklarına doğru dürüst kitap okusunlar. Mesela Molla Nureddin-i Cami'nin "Şevahid-ün Nübüvve" isimli kitabını okurlarsa tekrar söylüyorum Molla Camii Şevahid-ün Nübüvve yani Peygamberlik Şahitleri, Peygamberlik Delilleri veyahut. Gerçi peygamberliğe delil aramak deliliktir. Bunlar sadece şeytan ivasına cevap vermek içindir, Molla Cami gibi bir Zat-ı Şerif bu nevi suallerin cevapsız kalmamasını temin için yazmıştır.

Bu nevi kitaplar okunurken dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. Bunları müptedilere söylemiyorum. Kalfalara söylüyorum. Usta olmak isteyenlere. Yeni başlayanlar bu laftan anlamazlar. Fatih Türbedar-ı Hacı Ahmet Amiş Efendinin bir sözü vardır, çok dikkat etmek lazımdır. Bu bilinmeyen bir gerçek değil ilk defa Amiş Efendi Hazretleri tarafından da ortaya konmuş bir gerçek değildir. Bilinir ama onun son zamanlardaki formüle edilmiş sözü olmak itibariyle söylüyorum yoksa eskiden beri böyledir bu. Tasavvufi kitapların kısmi küllisi yazanların manevi yolculuğu sırasında yazılmıştır. Tasavvufun aslını ve kendini değil yazan zatın yolculuk sırasındaki bulunduğu durağı anlatır.

Seyir defteri midir? :)

Seyir defteridir. Bazı Zevatın ki hariç oda her kitabı değil - mesela bunun en tipik misali olarak Amiş Efendi Hazretleri Mesnevi Şerifi verir. Hz. Pir'in diğer kitapları değil ama Mesnevi gidip geldikten sonra yazılmıştır onu okuyabilirsiniz der. Bunun gibi ilim sahasında da rü'us kespetmiş Zevat-ı Kiramın evvel yazdıklarıyla sonra yazdıkları arasında fark vardır. Bunu ehli tertip bilir. Yani bunu tetkik edenler, ehli tetkik bunun bilir. Mesela Eşrefzade Abdullah Rumi'nin Müsekkin Nüfus'unu okursan yan yattın kabahat çamura battın kabahattir. Mollalık zamanı. Kafa olarak molla. Sonradan "Benim Ol Daim-ül Baki, Göründüm Surete İnsan" diyecek hale gelmiştir ve oda son durak değildir. Çünkü son durak damlanın denize kavuşması gibidir. Bilen söylemez söyleyen bilmez.

Dolayısıyla bu tür bazı meselelerin - zaten böyle tartışmalar da yapılıyor aslında bazı kitapların yayınlanması kamuya açık hale getirilmesi havas meclislerinde olması gereken bazı konuşmaların kamuoyu önünde konuşulması yanlış olduğunu söylüyorsunuz. Her zaman bu tekrarlanıyor. Hocam şimdi programın sonuna doğru geldik. Yani bu mucize keramet bahsini ve Efendimizin örnekliği bahsini şöyle bir soruyla hem toparlama noktasına da gelelim hocam.

Şimdi bu tür yani en azından yakın dönemde de bu tür mucizeyle ilgili akli deliller arayan onları rasyonel bir zemine çekmeye çalışan, işte semboldü, işte imajdı şöyleydi böyleydi diyerek Efendimizin mucizelerini ve diğer peygamberlerin ve tabi günümüze doğru gelerek Evliya'nın kerametini rasyonelize etmeye çalışan insanların..

Oda doğru onunda bir zararı yok.

Yani tümünü hani kötü niyetli bir çabadan kaynaklanmayan bazı örneklerde var aslında..

Şimdi kötü niyet iyi niyet bizim toplumumuzda haddinden fazla konuşulan bir lakırdı. Bu kadar çok niyetten konuşacağımıza biraz da ehliyetten konuşalım. İyi niyetli olabilir. Ayağından dikeni çıkaran avcıya bal ikram eden ayının hikayesi gibidir. Bir kaç defa bal ikramından sonra avcı balı yedikten sonra biraz istirahat ediyim diyince alnına sinek konuyor, ikide bir sineği kovalarken ayı kendi ayılığıyla düşünüyor "bu sinek bunu rahatsız ediyor buda benim dostum ben şu sineği öldüreyim". Kaldırıyor koca kayayı sineği öldürmek için adamın başına atıyor. Ayı iyi niyetli ama ehil değil. Dolayısıyla iyi niyet o kadar - ben bu yaşıma geldim iyi niyetten o kadar bıktım ki artık iyi niyet istemiyorum, ehliyet istiyorum. İyi niyetliler kendi ehliyet sahibi olup olmadıklarını evvela ölçsünler. Malesef Türkiye'de ehliyet otomobil kullanma pusulası haline geldi. Bununla sınırlanıyor. Ehliyetin var mı? Ayrıca onun ismi ehliyet değildir ehliyetnamedir. Yanlış Türkçe sonunda böyle bir hale geldi.

Ehil olmak, vukuf kesbetmek lazımdır. Bunun için hüsnü niyet elbette lazımdır. Ama hüsnü niyet esastır zaten bir marifet değildir ki. Adam ortaya çıkıyor ben hırsız değilim. Yav hırsız olmamak marifet değildir. Normal bir vazifedir. "Ben devlet memuruyum ama rüşvet almıyorum" E almayacaksın zaten bunu neden söylüyorsun ki. Memur demek almamak demektir. Bunu ayrıca söylüyorsan demek ki fırsatını bulamamışsın veya satın alınacak rakama erişememişler. Almıyorumun söylenmesi gerekli değildir. Ama memur aynın zamanda ehil adam demektir. O işin ehliyetine sahip demektir. Ben ehilim diyorsa o da değil bir kere ben ile başladı lafa, yine olmadı. Dolayısıyla iyi niyet bir kabahatin aff edilmesi için yeterli değildir. Ehliyet lazımdır. Hüsnü niyet esastır. Hüsnü zan esastır.

"Cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla döşelidir" diye bir kelam-i kibar..

Öyle bir hadis ben görmedim. Evet kelam-i kibar olabilir. İyi niyet işte neden bu ehliyetsiz iyi niyetli. Ayrıca sen niyetinin iyiliğini söylerken ey kul, ey insanoğlu aynı zamanda kendi nefsini tebriye etmiş oluyorsun. Hz. Yusuf gibi bir Peygamber-i Zişan "ve ma uberri-u nefsi" derken hiçbir kul benim nefsim iyidir, dolayısıyla da ben iyi niyetliyim deme hakkına sahip değildir. Ehliyet sahibi olmak mükellefiyetindedir.

Ha mucizata rasyonel elbise giydirmek çabası yanlış değildir. Yanlışlık şurada başlar. "Ben bir kul olarak herhangi bir mucizeyi rasyonel olarak izah ettim" bu bundan ibarettir, bu budur dedim mi; gitti, bitti. Resulü Zişan 1400 sene evvel tebliğ ettiği Kur'an-ı Kerim'inde marecal bahreyni söylüyor. Kaptan Kusto'ya kadar marecal bahreyne inananlar gayba iman ettiler, Kaptan Kusto'nun bilgisiyle mücehhez olarak marecal bahreyne inananlar Kaptan Kusto'nun deneyine iman ettiler. Burada sadece bir takdir hissi olabilir. Zaten bunu Hazreti Peygamber 1400 sene evvel tebliğ etmişti. Anca bundan ibaret olur. Dolayısıyla rasyonalizm giydirmek bundan ibaret zannını getirmemelidir.

Hocam bugünde programımızı bu şekilde noktalayalım isterseniz..

Hayhay.

Teşekkür ederim. Şeref verdiniz.

Estağfirullah.

Kısaca değindimiz noktaları dinleyicilerimizle paylaşıyım. Efendimizin örnekliği bahsini konuştuk. Efendimizi örnek almanın birinci şartının tanımak olduğunun, daha önceki programlarda da sevmenin şartının tanımak olduğunu belirttiği gibi hocamız bu programda da öyle belirtti. Ve tanımak içinde Efendimizi okumak dinlemek ehliyetli insanlardan Efendimiz Aleyhisselam'ı tanımak gerektiğini hocamız belirtti. Altını çizdiğimiz cümlelerden birisi "bilen söylemez söyleyen bilmez" cümlesi oldu. Oda seyir defterimizin önemli bir notu olarak bir kenara not ettik.

Özellikle manevi mevzularda bu böyledir.

Evet Hocam. Bazı meselelerin kamuoyu önünde radyolarda televizyonlarda gazetelerde aslında konuşulmaması gerektiği havasa ait bazı meselelerin..

Merak etme havanda su dövüyorlar zaten. Onlar zaten havastan olsalar havasa mahsus lakırdıyı avamın önünde konuşmazlar.

Aynın şey aslında bazı kitaplar içinde geçerli hocam. Önemli bir deneyimini yazmış bir Sufi'nin kitabını, işte bir tasavvuf kitabı gibi müptedi bir insan eline aldığı zaman..

İlmihal bilmeden okursa sonunda aklını oynatır.

Evet hocam çok teşekkürler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder