Ömer Tuğrul İnançer'in 17 Ocak 2008 tarihinde Burç FM'de Sadettin Acar'ın sunduğu Seyir Defteri programında yaptığı sohbetin yazıya dönüştürülmüş halidir.
Şimdi Hocam geçen hafta yaptığımız konuşmada dinle ilgili tasavvufla ilgili bazı yanlış anlamalardan, problemlerden söz ettiniz.
Yani tabi problem çok da, yanlış anlamalardan kaynaklanan ve bu yanlış anlamaların üzerine hüküm bina etmekten doğan yanlışlıklar var. Her şeyden önce tercüme üzerine hüküm bina edilmez. Bu en önemli noksanımız bizim cemiyet halinde. Çünkü tercüme, mütercimin o metinden anladığını anlatmasıdır. Şimdi Kur'an-ı Kerim, en önemli tercüme edilen Yegane Kitap olarak. 500 sene evvel Ebu Suud Efendide tercüme etmiş. Ebu Suud Efendinin malum tefsiri vardır. Ebu Suud Efendinin Türkçe tercümesini bugün kim anlar? Kimse anlamaz. Yani özel ihtisas sahiplerini kastetmiyoruz. Genel ahaliden bahsediyoruz. Bugün Ömer Nasuhi Efendiden tutalım - efendim işte - Vehbi Yavuz vesaire bir çok Kur'an müfessiri - Elmalı Hamdi Efendi - aynı kelimelerle tercüme etmiyorlar. O zaman biz hangisini nazarı itibara alacağız?
Şimdi bakın. Oruç! Namaz! Abdest! Bunların hiçbiri Türkçe de değil Arapça da değil. Bunu biliyor muyuz? Hayır bilgimiz yok. Çünkü coğrafyayı nazarı itibara alırsak eğer Arabistan, İran, Türkistan. Biz buraya gelmeden önce İran'ın doğusundaydık. Müslüman olarak İran'ın doğusunda Müslüman olduk evvela dolayısıyla birçok kavramları İran üzerinden aldık. İran da zaten namaz adı altında bir zerdüşt tapınması vardı. Adı da namazdı bunun! Onlar salat etmeyi, namaz kılma olarak kullandılar biz de onlardan öyle aldık. Namaz Farsçadır. Arapça değildir. Ab-ı dest el suyu demektir. Vudu Arapçasıdır. Savm oruç demektir. Oruç, zaten "ç" sesi Arapça da yoktur. Zaten oradan belli Arapça olmadığı. "O" sesi de yoktur. Araplar biliyorsunuz doktorlara "duktur" derler. Tabi. "O" sesi yoktur çünkü Arapça da. Bildiğimiz "e" sesi de yoktur. Bazı hoca efendiler ısrar ediyorlar "Ellah" diye. "Ellah" değildir "Allah" da değildir, "e" ile "a" arası bir sestir. Ama "e" değildir, çünkü "e" sesi Arapça da yoktur. "P, j" olmadığı gibi. Mesela biz ramazan diyoruz. "Dat" harfiyle yazılıyor. Çünkü ramazan derken İranlılar, "dat" harfini "z" sesi galip olarak kullanırlar. Onun için ramazan derler. Onlar Kur'an-ı Kerim okurken de ramazan diye okurlar. "Şehri Ramazan Ellezi" diye okurlar. Biz de "z" harfini "dat" galip olarak okuruz (Tam olarak nasıl okunduğunu sesli sohbetten dinleyiniz). Daha Arap şilvesiyle okuruz biz. Yani o harf, "dat" harfi "l, d, z" seslerinin karışımı olup kendine mahsus bir sestir. Ama biz ramazan diyoruz, direk "z" sesi kullanıyoruz. Farslar gibi, İranlılar gibi. Yani ana kavram oruç, namaz, abdest; ana kavramlar bile bizde Farsça.
Salat kelimesindeki sadece bir ibadet yapma değil, bir ibadet ritüeli değil aynı zamanda salat kelimesinde dua, sığınma ve tazim olduğunu namaz kelimesiyle anlatmak mümkün değildir. Bak yanlışlık burada başlıyor. Namazı İngilizceye tercüme ederken "prayer" diye tercüme ediyor. "Prayer" dua demektir. Namaz dua mıdır? Tabi duadır. Peki duadan ibaret midir? Değildir. Demek ki tercüme üzerine hüküm bina edilmiyor. Hatta normal metinler, nesirler ve şiirler üzerine bir Rus edibinin sözü vardır; çok güzeldir. "Bir nesrin tercümanı yazarın kölesi gibidir, bir şiirin tercümanı şairin rakibidir." Adeta yeniden şiir yazıyor. Evet.
Şimdi Mesnevi Şerif çok meşhur, özellikle geçtiğimiz 2007 yılı Hz. Mevlana yılıydı. Bugün Türkiye de bir parça Hz. Mevlana ile Mesnevi Şerif ile meşgul olmuş zevata - derinlemesine inmemiş ama satıhta kalmış zevata - sorsanız "Mesnevi nasıl başlıyor?" diye "Dinle Neyden" diye söyler. Bu tercüme Süleyman Nahifi'nin tercümesidir. "Dinle neyden çün hikâyet etmede ayrılıklardan şikayet" Süleyman Nahif'in tercümesidir bu. Mesnevi böyle başlamıyor. Mesnevi "Bişnev in ney" diye başlıyor.
Mesela yanlışlıklarımızdan biri! "İkra". Kur'an-ı Kerim'in ilk emri. Resulullah Efendimize gelen ilk ayet. Nasıl anlatıyoruz biz bunu camilerde vaazlarda veya çocuklara veya din derslerinde. Cebrail aleyhisselam geldi "Oku" dedi, Resulullah "Ben okuma yazma bilmem" dedi, Cebrail (as) tekrar Resulullah Efendimizi sarstı sıktı bir daha "Oku" dedi, "Yaradan'ın ismiyle oku" dedi ve Resulullah okumaya başladı. Böyle anlıyoruz değil mi? Böyle anlatıyoruz. E böyle değil ama hadis! Böyle değil! Cebrail aleyhisselam Allahü Teala Habibi Edibi Zişanı'nın okuma yazma bilmediğini bilmiyor da ona yazılı metin mi gönderdide "Oku" diyor! Oradaki "İkra"nın "Oku"nun karşılığı ne? Yazılı metin mi getirdi? Neyi okuyacak Efendimiz? "Ben okuma bilmem" diye neyi kastetti? Bu anlaşılmadan - daha Kur'an'ı Kerim'in ilk iki hecesi; "İk-ra" iki hece bu tek kelime bunu anlamamışız daha - arkasını nasıl anlayacağız.
Hocam bir an evvel anlayalım o zaman, "İkra" nedir Hocam?
"Ben senin aklından geçenleri okuyorum" da ki okumak neyse oradaki okumak da odur. Çünkü Efendimiz taaa gençliğinden hatta ilk çocukluğundan sonraki dönemler yani koyun güttüğü zamanlar - süt annesinin evinde o zamanlar - devamlı tefekkürde. Çünkü tefekkür namaz kadar önemlidir. "Ve yetefekkerûne fi halkıssemâvâti vel'ardı" farzdır tefekkür etmek. Hangimiz tefekkür ediyoruz? Düşünüyoruz? Kaç para kazansam? Paramı nereye yatırsam? Bunlardan başka ne düşündüğümüz var bizim? Düşünenlerimiz var Elhamdülillah o ayrı mesele de, cemiyetten bahsediyorum ben çoğunluktan. Bunu; bu tefekkürü bir ibadet halinde zaten yapıyordu.
Sonra Hz. Peygamber kırk yaşında peygamber oldu demek büyük bir böhtandır. Terbiyesizliktir. Sonradan peygamber olunmaz. Peygamber doğulur. Peygamber yaratılır. Peygamberlik vazifesinin tebliği Allah'ın emrettiği zaman başlar. O ayrı meseledir. Hz. İsa'da anasının kucağında bebekken başladı. "Ben Allah'ın kulu ve Resulüyüm bana Kitap verdi; sizin bana itaat etmenizi söyledi" dediği zaman Hz. İsa annesinin kucağında bebekti. Yani Hz. İsa'ya o zaman verildi o ayrı mesele. Efendimize ise 40 yaşında ilan etmesi tebliğ edildi.
Oku! Oku! Oku! Kitap gelmedi, gazete gelmedi, sayfa gelmedi. Hz. Musa'ya; bugün ki teknik manasıyla söylemeye çalışırsak sanki bir yıldırım düşmesi gibi bir ışıkla kayaya "Evamir-i Aşere" yani 10 emir kayaya yazıldı. Çünkü Hz. Musa mühendis (bugüne kıyasla). Yüksek tahsilli bir zat. Askeri strateji okumuş, yüksek mühendislik okumuş, yol yapıyor, köprü yapıyor; Hz. Musa böyle bir adam.
Anladığımız anlamda ona "Ikra" denilebilirdi.
Hah! Ve nitekim orada kayaya yazılmış on emri okuyabilirdi. Gerçi öyle oldu ama ona öyle gelmedi, on emir geldi (bu kısım için sesli sohbeti dinleyiniz). Resüllullah Efendimize - aleyhisselatü vesselam - ilk gelen "İkra" emri "Sen şimdiye kadar..." - normal "Ene beşerün misliküm" kaidesi gereğince, ki o lafı da o lafın arkasına takılıp bir takım kendini selefi zannedenlerin zannettikleri gibi sıradanlık filan değildir. Yani "Ene beşerün misliküm" ayette, "Ma kane muhammedün eba ehadim mir ricaliküm" ayet değil mi? Onu okusunlar. "Vema Erselnake İlla Rahmeten Lil Alemin" ayet değil mi? Onları okusunlar yani! "Velleyli iza seca" "Senin saçının siyahlığına yemin olsun ki" diyor Allah yav! Nasıl bizim gibi insanmış ki! Estağfurullah.
"Efendim işte ilahlaştırmayın" bak bunu da bilmiyorlar. Bu yanlışlığı da müsaadenizle temas edeyim. Allahü Zülcelal Kitab-ı Kerim'i için "Ben bu hükümleri muhafaza edeceğim" diyor mu? Kur'an-ı Kerim de lafız olarak bile olsa "Muhammed Resulullah" var mı? Var. Pekiii Allah "Ben bu hükümleri muhafaza edeceğim" dediği zaman Muhammed aleyhisselatüvesselam'a kimse Tanrı diyebilir mi? Ve tarih içinde 1400 senedir diyen var mı? Yani İslamdan kaynaklanan, Müslümanlıktan kaynaklanan, bahailik gibi, dürzilik gibi - daha birçok sayabiliriz - sapıklıklar var. Hz. Ali'ye Allah diyenler var. Fatımi halifesi Hakim bi-Emrillah'a Allah diyenler var, işte dürziler. Peki Resülullah Efendimize hiç Allah diyen çıkmış mı? Çıkmamıştır. Neden? Allah "Ben seni koruyacağım" diyor. Hz. Ali hakkında hüküm yok, Fatımi Halifesi hakkında hüküm yok. Ama Muhammed Mustafa hakkında hüküm var. Resülullah O.
Bu kadar sevilmesine rağmen onun o mevkide durması, onu Tanrılaştırma mertebesine çıkarmaması çok enteresan.
Çıkmaz! Allah koruyor. Allah Habibi Zişanı'na böyle bir iftira yapılmasına razı değil. Muhafaza ediyor Rabbim onu.
O'nun kadar sevileni yok.
Yok. Bak hemen bir şey daha geliyor aklıma. Bugün dünyada 100 tane Müslüman varsa; bu Müslümanların 20 tanesi Türkçe konuşur. 17 tanesi Arapça konuşur. 40 küsür tanesi de Urduca konuşur. Urduca konuşan Müslümanlar en kalabalık olanlardır. Ondan sonra Malaylar gelir. Onlardan sonra Türkler ve Araplar gelir. Farslar daha azdır. Bütün bu edebiyata bakalım şimdi. Arapça, Farsça, Türkçe, Urduca ve Malayca. Ana lisanlar, beş ana lisan. Türkçe yüzde 20. Bu lisanlarda yazılmış Resulu Kibriya Efendimiz hakkındaki naatlara, kasidelere bir bakalım. Yüzde 80'ni Türkçedir. Türkler Resülullah'ı öyle sever işte. Her bir şairin mutlaka Resulu Kibriya Efendimiz hakkında mutlaka bir tane olsun şiiri vardır. Mutlaka! Mutlaka vardır. Meşhur bestekar Itri - şair değildir bir kaç tane şiiri var - bile "Sen öyle bir nursun ki Ya Resulallah Senin Gölgen bile yere düşmez" diyor. "Allah senin gölgeni yere düşürmeye kıyamaz" diyor. Edebiyatın güzelliğine bakın. "Bir nahli tursun sayen düşmez yere" diye. Bu, Resulullah Efendimizin muhabbetinin bizim cemiyetimizdeki büyük yerini anlatmaya yeterli bir delildir. Ona rağmen, asla ve asla Efendimiz aleyhisselama Tanrılık isnat edilmemiştir. Bir kere bunu böyle anlasınlar! Malesef "Aman fazla övmeyin" diyenleri duydum kendi kulağımla.
Bir şair ne kadar güzel söylüyor: "Dest-i kudretle yazılmış hilyedir Kur'an sana" diyor. Allah'ın Eliyle Yazdığı Hilye-i Şerif gibidir Kur'an-ı Kerim. Allah övüyor yav biz övmüşüz çok mu? Neden? Allah övüyor. "İnnallahe - mutlaka O Allah - ve melaiketehu - ve O'nun Melekleri -yusallune alennebi". Bundan daha ötesi var mı? Nebiye salat ederler. Allah salat ediyor yav! Bitti bu kadar. İşte "İkra" Resulu Kibriya Efendimizin 40 yaşına kadar tefekkürle geçirdiği hayatında kainatı okumasını Allah'ın izni, emri, onun inayeti yardımı olmadan beşer kudretiyle başarmak mümkün olmadığı için şimdi "Ikra'bismi rabbikellezî halak. Halakal insâne min alak" "Bir çiğnem et parçasından insanı yaratan Rabbinin adı ile oku" dediği zaman kainatı okumaya başlıyor Resulullah Efendimiz. Tefekkürün neticesinin kilidinin açılmasıdır "İkra". Yoksa gelen yazıyı okumak değildir. Anlatabildim mi inceliği? Biz bu "İkra"yı bile anlamadıktan sonra ilmikten geçmiş incelmiş Müslümanlık olan tasavvufu mu anlayacağımızı zannediyoruz.
Her konuda mutlaka ihtisas sahiplerinin görüşlerine ihtiyaç duyuyoruz. Niye bu mevzularda ihtisas sahiplerine inanmayıp, ortaya hüküm koyuyoruz. Türkiye de malum, siyaset, ekonomi, futbol ve din; herkes bilir. Yani bu kadar ucuz değil bu işler. Yani futbolun mektepleri falan var başka yerlerde. Kahve köşesinde bir yandan zar atıp kağıt oynarken futbol taktikleri hakkında konuşmak bu kadar ucuz değil. Keza siyaset. Herkes anlıyor. Ya bunun için koskoca üniversiteler yüksek lisanslar doktorolar yapılıyor, siyaset bir ilimdir. Okuduğu gazete makalesini anlamaktan aciz insanlar nerden kalkıyorlar siyasi hüküm veriyorlar. Ha bir seçimden seçime tercihini kullanırsa vatandaşlık vazifeni kullanıp oy verirsin, o ayrı birşey hüküm vermek ayrı şey. Ve ekonomi. Mahalle bakkalının borcunu ödeyememişsin, aile bütçeni ortaya koyamamışsın, gelirini giderini ayarlayamamışsın ata sözünde de anlatıldığı gibi ayağını yorganına göre uzatamamışsın devlet bütçesi hakkında hüküm veriyorsun. Ve alnı secde-i rahmana gelmemiş insanlar din hakkında hüküm veriyorlar. Veya sadece namaz kılmak oruç tutmak gibi bir takım ritüelleri, tapınmaları yerine getirenler kendilerini şeyhülislam zannediyorlar.
Şimdi, ihtisas çok önemlidir. Ben hep o misali veririm bazı sohbetlerimizde; buraya nalı düşmüş bir beygir getirseler. Ayağı nallanacak. Ne yaparız? Bir nalbant çağırırız değil mi? Nalbant çağırırız. Peki bu konular beygir nallamaktan daha mı hafiftir ki önüne gelen adam konuşuyor. İhtisas. Bakın bedenimiz bir takım rahatsızlıklara tabii oluyor. Dişimizden tutun, cildimiz, iç organlarımız vesaire. Ne yapıyoruz? Dişimiz ağrıdığı zaman göz doktoruna gitmiyoruz! Gözümüzde görme bozukluğu, yanma, kaşınma, kanlanma vesaire de olunca da dişçiye gitmiyoruz. Kendimizin anlayabildiği kadarıyla başımız ağrıyor ama bir dahiliyeciye gidiyoruz, tansiyondan mı ağrıyor soğuk algınlığından mı ağrıyor, mide bozukluğundan mı ağrıyor onu doktor bey anlıyor. Neyse tedavisini yapıyor. Gönül hastalıklarımızı anlamakta böyle bir elimizde verimiz yok. Onun için nasıl hekimlikte, koruyucu hekimlik diye bir kol, bir dal varsa, senin ruhi hastalıklarını anlayacak da bir gönül hekimin olacak.
Demin programın başında kendi içimize yolculuklar yaparken ve o yolculuğun karanlığında da kaybolmamak için mealinde de sözler söylediniz. Doğru. Biz herhangi bir yolculuğa kendi kendimize mi gidiyoruz yoksa bir kılavuzun peşine mi takılıyoruz. En azından bindiğimiz otobüsün, trenin, uçağın, geminin, kaptanı pilotu, şoförü.. Resulu Kibriya Efendimiz Mekke'den Medine'ye gitmesini bilmiyor muydu? Gençliğinde Yemen'e gitmişliği var, taa Şam'ın güneyine gitmişliği var, dimi? Şam'ın güneyine Busra kasabasına kadargençliğinde giden bir zat 50 yaşındayken Mekke'den Medine'ye gidemez miydi? Ama bir kılavuz tuttu. Ve dikkat buyurun! O kılavuzu müşrikti. Bunu kimse bilmiyor. Bu ne demektir? Resulü Kibriya Efendimizin ihtisasa hürmetidir. Çünkü din kul ile Allah arasındadır. Allahtan; Mekke'nin fethi günü Kabe'nin içindeyken Efendimize gelen bir ayet vardır: "Emaneti ehline veriniz". Bak Kabe'nin içinde geliyor ayet dikkat buyurun. Başka ayet yok Kabe'nin içinde gelen. Evet henüz putları temizler. Kabe anahtarını kime vereceğini Efendimiz tefekkür ederken ayet geliyor. "Emaneti ehline veriniz".
Şimdi burada çok önemli bir nokta daha var. Resulullah Aleyhisselatüvesselam Efendimizin 40 yaşından önceki hayatı olsun kırkından sonraki daha ilerde taa Medine de hatta taaa yaşlılığı zamanında gelecek olan ayetlere ve o ayetlerin hükümlerine aykırı, muhalif tek davranış biçimi yoktur. Hiç yoktur. 25 yaşında Muhammedül Emin. 25 yaşında daha. Bütün Mekke reisleri bir meseleyi halledemedikleri zaman ona sorarlar. Meşhur Hacer-ül Esved'in yerleştirilmesini herkes biliyor. Bundan ibaret değil ki! Efendimizin hayatı saadetindeki hiçbir fiili Kur'an-ı Kerim'in ahkamına muhalif değildir. Olmamıştır. Şimdi bu ne demek. "Daha sonra ayet geldi de öğrendi, yaptı" hayır efendim öyle değil! Zaten emaneti ehline veriyordu, o ayetler bizim için geliyor O'nun için gelmiyor. Bize tebliğ edilmek üzere geliyor. En bariz misali hicret sırasındaki kılavuzun müşrik olmasıdır.
Özür dilerim Hocam. Yani vahyin birinci muhatabı Resulullah Efendimiz değil midir?
Gayet tabi. Gayet tabi. Ama hareketini düzeltmek için ona ikaz gibi gelmiyor. Bize ikaz geliyor, çünkü yanlış bozuk bir hareketi yok. Diyecekler ki şimdi bazıları; mesela, Mekke reisleriyle konuşurken bir fukarayı "Seninle sonra konuşalım" diye ertelemesi üzerine ayet geldi. Oda bize, bizle alakalı. Oda bizle alakalı. Çünkü bütün öğretmenler, öğreticiler bazen böyle tenakuzdan (çelişkiden) bilgi vururlar insana. Devamlı "kara, kara, kara" der, halbuki sen onu ak görüyorsun. O kadar çok kara derki sen onu ak olduğuna inandırmak için kafanı başka türlü çalıştırırsın, kendini değil muhatabı inandırmaya çalışırken kendin inanırsın ki o aktır. İşte mesele budur. Bu bir eğitim sistemidir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'inde bir tahkiye usulu vardır. Yani öğretim tarzı usulu vardır. Bunların hepsinin içinde, gerek satır aralarında, gerek satırın gölgelerinde, gerek satırların altında ve üstünde, yanında içinde ortasında; metin haricinde manalar vardır. Çok basit biz çocukken Kulhüvallah'ı ezberledik. Gulfu diye :) ezberledik sonra dilimizi düzelttik. Bu mübarek ayette, surede, ihlas ile ilgili tek kelime var mı? Hayır. Peki o surenin adı niye ihlas? Çünkü ne kadar çok "Kulhüvallahü ehad" okursan o kadar çok Allah'a ihlas ile kul olursun. Öyle bir muhasenatı vardır. Muhasenat, tesirat başka bir şeydir içinde geçen kelimeler başka bir şeydir. Öyleyse "Deki Allah birdir" diye tercüme ettiğinden hiçbir şey anlamazsın ve ihlas sahibi de olamazsın kul olarak. Ne zaman "Kulhüvallahü Ehad" diye okursun o zaman ihlas sahibi olursun. Kimden öğrendik ala silsiletihim Resulu Kibriya Efendimizden öğrendik. "Kur'an-ı Kerim'e bakarım ben her şeyi öğrenirim" diyenlere ben son söz olarak şunu söylüyorum: Bir fert Kur'an-ı Kerim okumak suretiyle sabah namazının farzının iki, öğlenin dört, akşamın üç olduğunu öğrenebilir mi? Peki dünyadaki milyarın üstündeki Müslüman sabahı iki, akşamı üç, öğleni, ikindiyi, yatsıyı dört kılıyor. Kimden öğrendik? Demek ki Kur'an-ı Kerim bir öğreti kitabı değildir. Resulu Kibriya Efendimizin tebliğ ettiği kitaptır. Onun tebliğ edicisi devre dışına çıkarılmak suretiyle Kur'an-ı Kerim'den bir şey öğrenilmez. Namazı bile kılamıyorsun yav, daha ötesi var mı bunun! En olmazsa olmazı Kur'an'dan öğrenemiyorsun. Rekat sayısı yok. Çok mu önemli? Çok önemli olmasa bu kadar milyarlarca Müslüman asırlardır böyle kılmazdı bunu.
Aslında Kur'an'a bakarsak, bizim tasavvuf olarak müessese haline getirdiğimiz o bütün kurallar, mürşitlerimizin emirleri, terbiyeleri, yöntemleri, metodları - tabi sapık fırkaları burada hiç mevzu bahis bile etmiyoruz - bütün bunları aslında bu namaz örneğinden yola çıkarak Kur'anda olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz değil mi hocam?
Şimdi bakın. Şeriatsız tarikat batıldır; tarikatsız şeriatta atıldır. Bu bir formül. Mutlaka Şer-i Şerifi Muhammediye bilinecek. Bu bilindikten sonra herhangi bir tarikat adeti, usulü, kaidesi, davranış biçimi, Kur'an-ı Kerim'deki bir ayete veya bir Fiili Peygamberiyeye mutabık değil, ondan bir akis almıyor, onla bir paralellik yok, ona dayanmıyor ise batıldır. Batıl öyle bir şeydir ki necaset gibidir batıl. Bir depo suya, tonlarca depoluk bir suya bir damla sidik damlasa o deponun tamamı kirlidir. Batıl işte böyle bir şeydir. Herhangi bir kendine tarikat diye bir kurumda bir nokta batıllık varsa tamamı batıl demektir. Peki batıl ile hakkı nasıl ayıracağız? Elimizde kriter, şablon olacak. Kur'an-ı Kerim ve Fiili Peygamberiye, bu kadar basit. Bunları bileceğiz. Peki "ama biz bunları bilmek için çok alim olmamız lazım" diyenler olacaktır. Bide bakın bazı zahiri ölçüler vardır. Bir zat-ı şerifin yanına gittiğinizde veya aklınıza getirdiğinizde, tahayyül ettiğinizde kafanızda canlandırdığınızda aklınıza Allah geliyorsa o zat mürşittir. O kadar kolaydır. Hepsi aynı mıdır? Değildir. Senin mürşidin sana güzeldir, benim mürşidim bana güzeldir.
Maalesef tarih içinde de çok misali olmuştur; x tarikatının mensuplarıyla y tarikatının mensupları birbirine girmiştir. Bu neye benzer bilir misiniz. Hani çocukken sokakta kavga ederdik, sonra güzelce bir sopayı yerdik, ama tam köşeyi dönerken intikam almak için "Ama benim babam senin babanı döver" derdik. İşte bu seviyedir o. Büyüklerin mesela Pirani Tarikatın; efendim, önemli meşai ikramın hiç böyle sözüne rastlayabilir misiniz? Bir tanesini gösterin misal! Yoktur öyle bir şey. Ama, henüz olgunlaşmamış, kendisi bir tarikata intisap etmiş zannı ile kendi nefsini körüklemiş cühela takımı böyle söylerler. Çünkü, bir ağaç düşünün, onun gövdesi kökü Muhammed Aleyhisselamdır. O ağaçtan çıkan öteki dallar, sağa sola öne arkaya, kuzeye güneye doğuya batıya, yukarıya dağılan dallar; kendilerini ayrı görebilirler mi? Ama orada meyve verdikten sonra batıya bakan meyve doğuya bakan meyveye laf söylerse zaten ağaç onu silkeler atar. Bu kadar kolaydır.
Yani tarikatların mensuplarının, tarikatların büyüklerine yaraşmayacak bazı tavırlar sergiledikleri doğru. Aynı şey mesela tarihte İslamda mezhepler savaşı da vardır ama biz biliriz ki..
Hiç mezhepler savaşı yoktur.
Ya mesela mezhepler üzerinden insanların birbirlerini öldürdüğü..
Oluyor. Oda cahillik.
Şuan da değil tabi.
Hayır eskiden de olanlarda, mezhep kaynaklı değildir. Ancak siyasi otorite her zaman insanların inançlarını kendi çıkarı için kullanmıştır. Bütün bir tarih boyunca.
Yani şunu diyecektim. Mesela İmam-ı Şafi Hazretlerinin Bağdat'a giderken..
Onu öldürenler, yani deveden indirip dövenler kimler? Ayak takımı. Ayak takımı!
Birde Hz. İmam'ın, İmam-ı Azam Efendimizin metfun olduğu sınırlar içerisinde ben kendi mezhebimi uygulamam İmam-ı Azam'ın mezhebini uygularım..
Neden? Çünkü çok alim. Terbiye. Çünkü içtihadın Allah emri olmadığını en başta İmam-ı Şafi biliyor. İçtihat bu ya. Ben böyle görüyorum, o öyle görüyor. Çünkü içtihadın temeli olan kodifikasyonu yani hukuk olgusunu İmam-ı Azam kurmuştur. Aynı zamanda kendi de içtihat yapmıştır başka. Ama İslam hukukunun temelini sistematize eden zat odur. Bu İmam-ı Şafi'nin terbiyesidir. Edebidir. Hz. Mevlana "Edebi olmayanın imanı yoktur" diyor kısaca. Edebest redifli çok güzel - hepsi güzelde bu mevzuyla alakalı - bir gazeli vardır. Kısaca edebi olmayanın imanı yoktur.
Edep edep illa edep.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder