20 Mart 2008 Perşembe

"Adem su ile toprak arasında iken ben peygamberdim"

Ömer Tuğrul İnançer'in 20 Mart 2010 tarihinde Burç FM'de Sadettin Acar'ın sunduğu Seyir Defteri programında yaptığı sohbetin yazıya dönüştürülmüş halidir.

"Adem su ile balçık arasındayken Ben peygamber idim" Efendimizin bir hadisi. Bu ne demektir, ne anlama geliyor? Buradan başlayalım Hocam, bildiğimizi sandığımız ama aslında ne anlama geldiğini zihnimizde tam oturtamadığımız şeylerden birisi.

E tabi şimdi bir müesseseyi anlamak için o müesseseyle o kurumla ilgili bazı sözleri, bazı o kurumu oluşturan kurumları cımbızla çekip etrafını görmeden sadece onunla ilgili konuşulduğunda doğru neticeye varılması mümkün değildir. O tipik bir fıkra vardır:

"Niye namaz kılmıyorsun?" demişler.
"Namaza yaklaşmayın diye ayet var, niye kılıyım" demiş.
-Ya nasıl o ayet
-İşte var ya canım, la takrabus salate namaza yaklaşmayın"
Canım demişler "onun aşağısıda var, o ayet devam ediyor öyle şarhoşken.."
"Ben hafız değilim o kadarını bilmem" demiş.



Şimdi böyle bir konuşma tarzında ve böyle bir fikir yürütme tarzında elbette hakikatlerin anlaşılması kolay değildir. Ayrıca bir radyo konuşmasında bir televizyon konuşmasında yani dinleyicilerin kim olduğu belli olmayan konuşmalarda özel dinleyiciye söylenmesi gereken sözlerin sarf edilmeside fevkalade yanlış olur. Çünkü bu nevi programları dinleyen çok az bilgi sahibi olanlar çok yüksek bilgi sahibi olanlar ve bu aradaki bütün yelpaze olabilir. Bazı az bilgi sahiplerine bazı şeyleri söylemek doğru değildir. Evvela o söyleneni anlayacak hale gelebilmesi için yapması gereken tahsil var. O tahsili yapacak ki söyleneni anlayabilsin. Yoksa anlamamaktan mada Allah korusun inkara giderse söyleyen mes'ul olur. Bunun için bizim de burada bir radyo sohbeti içerisinde her şeyi söylediğimiz zannedilmesin. Anca çok genel herkesin anlayacağı seviyenin üstüne çıkmamaya gayret ediyoruz. Bazı şeylerin ancak özele söylenmesi lazımdır. Bu Cenab-ı Hakkında adetidir. Kur'an-ı Kerim'de de bu böyle misallerle sabittir, keza Efendimiz Aleyhisselam'ın hayatı seniyyelerindeki tatbikatı da böyledir. Bir deve çobanı ile bir alime söylediği söz aynı değildir. Bunun gibi.

Şimdi "Adem su ile toprak arasında iken ben nebi idim" mealindeki hadisi şerifi inkar edenlerde var. Böyle şey yoktur. Canım kime peygambermiş diye itiraz edenleri de duyduk gördük. Şimdi gayet basit bir akıl yürütme. Peygamberlik bir vazife fonksiyonundan ibaret değildir. Aynı zamanda Cenab-ı Hak indinde bir makamdır. Hiç davetine icabet alamayan hiç ümmeti olmayan peygamber olduğunu biliyoruz. Bir kişilik ümmeti olan peygamber olduğunu biliyoruz. Bir Ulul Azim Peygamber Hz. İsa Aleyhisselam'ın olup olacağı 12 tane inananı var. Hakiki havarilerden bahsediyoruz. Bugün bir takım Hristiyan telakkilerinde isimleri bilinen havarilerden bahsetmiyoruz. Bu ikisi de birbirine karışmasın.

Şimdi Kur'an-ı Kerim Resülullah Efendimize nazil olmuş mudur? Peki Kur'an-ı Kerim Kelamı Kadim midir hadis midir? Kadimdir. Eee. Kadim olan ki bu çok ciddi bir mezhep içtihadı hatta içtihadı değil sapıklığına girecek kadar önemli bir hadisedir. E Hazreti Ahmet İbn-i Hanbel'in meşhur meselesidir. Ne yazık ki kaba kuvvetle fikir empoze etmek isteyenler sadece bugünlerde yok. O günlerde de var. Hz. İmam Şafii'nin Reddi Malik kitabı üzerine kendisini Mısır'daki bazı Malikilerin devesinden aşağıya düşürüp döverek hasta ettikleri ve bu hastalık neticesi sopa yeme neticesi vefat ettiği de tarihi bir gerçektir yani. Yani kavga gürültü maalesef cahillerde hep oluyor. Hemde İmam-ı Hanbel gibi İmam-ı Şafii gibi büyük zevat-ı kiram dayak yiyorlar yani. Onun için doğru bilgiler insanı bu nevi hallerden de korur.

Şimdi Kelam-ı Kadim olan Kur'an-ı Kerim kadimden beri var olan Allah'ın Kadimi olan Resulü Kibriya Efendimize elbetteki daha Adem, Havva ve şu bu yaratılmadan evvel Efendimiz O olarak yaratılmıştı. Şimdi bunun bir belli tekvin yani oluşum sistemi var. Cenab-ı Allah kendisine yeryüzünde bir halife yaratmayı ki bu nihai neticedir evvela o halifenin yaşayacağı ortam yaratılmıştır. Ve bu halife safha safha oluşmuştur. Evvela Hak Celle ve Ala kendi nurundan bir nur ayırıp O'na "Kün Muhammeda" demiştir. Nuru Muhammedi bir cisimlenme daha doğrusu bir şekillenme haline gelmiştir. Şekli işte bugünkü insan şeklidir. Ademiyet şeklidir. Gözü kulağı eli ayağı olan. Ve bu şekli alır almaz kelama gelmiş "La ilahe illallah" Allah'tan başka tanrı yoktur demiştir. Allahü Zülcelal ve Tekaddes cevap vermiştir bu söze "Muhammedür Resülullah". İşte ilk oluşum böyledir. Dolayısıyla peygamberlik kurumu bir fonksiyonel tebliğ etme ve tebligatını bizzat yaşama ile sınırlı değildir. Dolayısıyla Hz. Adem ki Hazreti Adem ahir zaman insanıdır.

Biz ahir zamanı günümüze yaklaşık zannediyoruz. Ahir zaman peygamberi diyince Efendimiz, onu herkes biliyor. Nedir ahir zaman peygamberi? İşte "en son gelen". Hayır, O Hatem-ül Enbiya o başka bir müessese. Efendimizin zatında olan ayrı bir müessesedir Hatem-ül Enbiya meselesi. Ahir zaman peygamberi başka birşey. Ahir zaman Hz. Adem ile başlamıştır. O'ndan evvelki zamanlar var. Cinler insten evvel yaratılmıştır. Cenab-ı Hakka "yer yüzünde kendime halife yaratacağım" dediği zaman itiraz edenler kimlerdi? E bizden evvel yaratılmış olanlar! Ademden evvel yaratılmış olanlar vardı. Bu kadar kolay. Allah onlara demedi mi "Siz bilmezsiniz ben bilirim niye itiraz ediyorsunuz karışmayın işime" gibilerinden. Yani Kur'an-ı Kerimin baş tarafından anlatılan şeyler bunlar daha. Dolayısıyla işte o ahir zaman Hz. Adem'in var olduğu zamandır.

Ve bu zamanın kıyamete kadar olan geçecek zamanın bir tek peygamberi vardır. Muhammed Aleyhisselam. "E canım öteki Enbiya-i İzam Hazeratı?". Hepsi O'nun müjdecisidir. Bunun tipik misali de Hz. İsa'nın ağzından Kur'an-ı Kerimde anlatılan "Benden sonra Ahmet gelecek" mealindeki ayettir. Bu ayet işte ahir zaman peygamberini anlatır. İsa'sıda, İbrahim'ide, İdris'ide, Zülküf'üde Allah cümlesini şefaatına nail etsin, hepsi Resülu Kibriya Efendimizin söylediği sözleri söylemişlerdir "la nuferriku beyne ahadin min rusulih" ayeti de bunu anlatır. Bu peygamberler arasında fark yok diye tercüme edilirse anlaşılmaz. Peygamberlerin tebliğ ettikleri hakikatler bakımından birbirleri arasında fark yoktur. Hepsi aynı şeyi söylemiştir. "Allah birdir ben O'nun resüluyum." Hz. İsa öyle demiyor mu? "Bana kitap verildi ben O'nun kulu ve nebisiyim". İşte Efendimizde aynı şeyi söylüyor. Adem de onu söylemişti Aleyhisselam. Bu bakımdan fark yoktur. Fazilet bakımından anlıyorlar bu bir anlayışsızlıktır. Fazilet bakımından farklıdır. Hadislere bakıversinler. Kaç tane peygamber var, bunların hangisi daha başka türlüdür..

Ulul Azm

Onlar ulemanın yaptığı sınıflandırmadır. Efendimizin hadisinde Ulul Azm diye bir şey yok. Fazilet bakımından fark vardır. Bakıversinler hadis kitaplarına. Hatta bu son muhtasar tecrit tercümesinin ön tarafında bunlar anlatılıyor yani. Öyle büyük ahım şahım ilmi incelemelere falan lüzum yok. Bir kitap okumakla öğrenilecek şeyler bunlar yani.

Şimdi burada Efendimizin o zaman peygamber olması demek O Kelam-ı Kadim'e muhatap olması demektir. Ancak bakın Manisa da Yiğitbaşı Veli diye tanınan Ahmet Şemseddîn-i Marmaravî Hazretleri vardır. Onun uzun bir nutkunda - tabi buradaki rakamlar sembolik rakamlardır - "7 bin yıl maye gördü Mustafa" diyor. Yani her şeyin oluşumu için bir mayalanma lazımdır. Bak insan evladı ana karnında 280 günde mayalanır ve büyür. Sonra dünyaya hazır hale gelir. Resulü Kibriya Efendimizinde tebligatına hazır hale gelecek cemiyet daha önceki Peygamberler vasıtasıyla hazırlanmış, onlara inananlar tatbik edenler felaha ermiş inanmayanlar zarar görmüştür, bu Efendimiz'in tebligatıyla aynıdır. Efendimize de inananlar feraha ermiştir inanmayanlar zarar görmüştür. Bu peygamberlik Hz. Adem'in yaratılmasından İlm-i İlahi de var olmasından değil. Cisim haline gelmesinden evvelde vardır. Ve nasıl bütün varlık alemi "Ol" emriyle bir başlangıcı varsa sonu yoktur. Ezeldir çünkü son. İşte "ölüm son". Ne münasebet son yav. Niye son olsun.

Bakın 12 Rebiülevvel tarihi çok enteresan bir tarihtir. Biz dünya ehli olduğumuz için Efendimizin dünyaya teşrifini en büyük bayrak olarak kabul ediyoruz. Yani kendimizle eşleştiriyoruz. Ahirete gittiğimiz zaman ehli ahiret olarak da 12 Rebiülevvel de kandil yapacaz. Çünkü Efendimizin ahirete teşrifide 12 Rebiülevvel'dir. Ve Medineyi teşrifi de 12 Rebiülevvel'dir. Ne yazık ki bir çok insan 1 Muharrem zannediyor. Halbuki Muharremden 56 gün sonra başlamıştır. Yani 26 Safer de başlamıştır hicret, 16. günü 12 Rebiülevvel Medine de ikindi vakti bitmiştir. Vakitleri de belli yani. 26 Safer Perşembe yatsıdan sonra, 12 Rebiülevvel Cuma ikindiden sonra. Dolayısıyla bir an bir gün değildir, perşembe akşamından cuma ikindisine kadar 15 günlük bir süreçtir.

Efendimizin "Adem toprakla su arasındayken" yani şekillenmeden cisimlenmeden dahi o dönemde dahi - bu bir kronolojik anlatımdır. "O dönemde dahi ben kurum olarak peygamberdim". Demek ki insanın hayatı annesinden ayrılıp dünyaya gelmesiyle başlamıyor. Biz "elestü birabbiküm" hitabına hangi halde ve ne zaman cevap verdik. Vardık ki cevap verdik. Hala daha doğmayı ana karnına düşmeyi varlığın başlangıcı olarak kabul etmenin anlamı var mı? Ha ana rahmine düşme deyince hemen aklıma geldi bu regaip gecesi meselesi. Yani maalesef gazetelerde şurda burda bütün ahali Resulü Kibriya Efendimizin ana rahmine düştüğü gece olarak anlatılıyor bir kere bu her şeyden önce ayıptır. Ebeveyni Resülullah'ın hususi hayatından bahsediyoruz kimin ne haddine. Bu ne büyük bir terbiyesizlik. Ayrıca zaman diye bir ölçü vardır. Her insan 280 günlük bir ana karnı müddeti geçtikten sonra dünyaya gelir. Hesaplayalım bakalım Recebi Şerif'in ilk haftasından 12 Rebiülevvele kadar 280 gün geçiyor mu? Nereden çıkardılar bunu? Kim nerden çıkardı? Regaip kelimesinin dahi bilinmediğinden kaynaklanıyor.

Regaip ragıp olunanlar yani rağbet edilenler demektir. Allah'ın rağbet ettiği bir gecedir. İlk cuma gecesi Receb-i Şerif'in - Recep zaten mübarek bir aydır. Hadisi Şerif ile sabittir. "Recep Allah'ın ayıdır, Şaban benim ayımdır, Ramazan ümmetimin ayıdır" diye. Allah'a izafe edilen ayın ilk cuma gecesi Allah'ın rağbet ettiği bir aydır bunu illa maddi bir hadisenin yıl dönümüymüş gibi ortaya koymanın hiç bir manası yoktur. Regaip gecesi Resulü Kibriya'nın ana rahmine düştüğü gece olarak anlatılmaz, yanlıştır ve her şeyden önce terbiyesizliktir. Yani Efendimizden konuşurken bunları da bilmemiz lazımdır. Peki Efendimiz hakkında terbiyesizlik olursa ne olur? E Sure-i Hucurat'ın ilk ayetlerine bakıversinler. "Bir adamın alnı secdede delinse, rüku etmekten beli tutulsa, dizleri nasıl bağlasa, oruç tutmaktan avurdu avurduna geçse ama Aleyhisselatuvesselam'a saygısızlık, bırak saygısızlığı, saygıda kusur yapsa" Allah diyorki "Amelinizi yok farz ederim". Hapt etmek, yok farzetmek. Dolayısıyla Efendimize saygılı davranmak farz-ı ayndır.

Ki Efendim orada sözü edilen saygısızlıkta sadece sesini yükseltmektir. O kadarı bile..

Kendi aranızda bahsettiğiniz bir şahıstan bahseder gibi O'ndan bahsederseniz diyor. Yani Efendimiz hakkında bir sevgi bir tazim, sevgide de başkalarının anlamayacağı bir laubalilik olmayacak. İkimiz arasında laubalilik olur ama başkaları anlamayacak. Zevceğin arasında laubali sevgi olur ama çocuklar anlamaz. Bu bir terbiyedir. Maalesef aleniyet açıklık namı altında, terbiyesizliğin aleni olması rağbet gören bir şey haline geldi. "Allah'ın bildiğini kuldan ne saklayacam" Allah'ın bildiğini kuldan saklamakla mükellefsin. Çünkü daha evvelde galiba konuşmuştuk bir günahı işlemek günahtır. Günahı aleni işlemek ayrı günahtır. Ayrı günahtır. Bakın o günahı kuvvetlendirici veya cezasını kuvvetlendirici eski tabirle esbabı müşeddide değildir. Müstakil günahtır. Ayrı bir günahtır. Bunları doğru bilmemiz lazım.

Efendimize saygısızlık günah olmanın ötesinde çok ağır bir ceza ile cezalandırılır. Allah söylüyor. "Amellerinizi yok farz ederim". Ameli yok olan ne oldu? Bitti. Bitti. Zaten o amel inançsız bir ameldir. Taklidi bir ameldir zaten kişiye bir faydası yoktur. Dolayısıyla Efendimiz mutlaka lalettayin bir insandan bahsedilir gibi bahsedilmemesi gereken bir Zat-ı Şeriftir keza, onun sevdikleri, onu sevenler, onun yolunda olduğu meşhur olan Zevat-ı Kiram da aynı şeye dahildir.

Eyvallah Efendim. Burada tabi Adem'i Hakiki tabiri de ortaya çıkıyor. Bu anlattıklarınızdan bunu mu anlayalım Adem'i Hakiki'yi mi anlayalım.

Efendimiz Aleyhisselatuvesselam'dır, bir O'dur, O'ndan ibarettir.

O'ndan söz ederken Adem'i Hakiki de diyoruz. Oda bu "Adem su ile toprak arasındayken Ben peygamberdim" hadisi şerifin, bir sırrı mıdır acaba?

Sırrı falan değil bunlar aşikar şeylerdir. Yani insanlar cahil oldukları konulara sırdır diyorlar. Hayır İslam da sır diye bir şey yoktur. Şunu sır diye zannediyorlar. Şimdi ben ilkokul talebesiyim. Bana lise öğretmeni gelip de kimya formülü anlatamaz. Kimya formülünün bana anlatılmaması kimya formülünün sırrından değildir benim cahilliğimdendir. Ben orta okulu bitiririm liseye geçerim ilimler öğrenirim o zaman kimya hocam bana açık formüller anlatır ve bunları öğrenirim. E sır mır değil. O hale gelmek için geçecek olan zamanda bana sır gibi sana sır gibi olan şeyler öğrenildikçe sır olmaktan çıkar. Sır diye bir şey yoktur. Layık olmaya lafı vermek yanlıştır. Hz. Mevlana bunu anlatırken, layık olmayana lafı vermemek gerektiğini anlatırken "bir hal ikiyi geçti mi, sır olmaktan çıkar" diyor. Yani bu ikiyi karşılıklı iki insan olarak anlıyoruz. Hatta bazı ne yazık ki açıklamalarda tercümelerde böyle, halbuki Hz. Mevlana onu kastetmiyor. "İki dudağı geçti mi" diyor. Bazı şeyler söylenmez. Kime? Ehil olmayana.

Bir de ortalık düzeltmek için saklanması gereken şeyler vardır. Bir hiddet şu bu anında biri biri hakkında ağır bir şey söyler. Zaten hiddeti geçtikten sonra ona o pişman olur. Gidip onu ötekine anlatmanın alemi yok. Bunlarda sır değil zaten bunlar ahlaki meseleler. Sır diye bir şey yok sadece liyakat değilde o lütfa nail olabilecek zamanı beklemek meselesidir.

Şimdi Efendim bu programların başından beri büyük bir Aşk'tan söz ediyoruz. Yani Yaratıcı'nın Yarattığına aşık olmasından söz ediyoruz. Bunu nasıl açıklamamız lazım. Bu nasıl bir Aşk'tır?

Şimdi bunu anlamayanlar ekseriyette ne yazık ki. İnsandaki bazı ahvalin Tanrı'ya izafe edilemeyeceğini ileri sürüyorlar. Bu bir kere kökünden yanlış bir düşüncedir. İnsanda ne varsa Allah'ta olduğu için vardır. Tek istisnası noksanlıktır. O'nda noksanlık yoktur. İnsanda noksanlık vardır. Bunun haricinde huy ahlak, davranış biçimi, esma tecellisi Allah'ta mutlak olarak vardır, insanda nisbi olarak vardır. Aşk "eşeddü hubben lillah" - Kur'an-ı Kerim'in daha başlarında birinci veya ikinci cüzde ya birinci cüzün sonunda ya ikinci cüzün başında "eşeddü hubben lillah" sözü "onlar şiddetle Allah'ı severler" diye Allah tarafından tarif ediliyor. "Işk" kelimesi farsça olduğu için Kur'an-ı Kerim de geçmez. Hubben lillah eşeddü hub şiddetli sevgi işte Aşk'tır tarif olarak. Yani demek ki kullarda bu var. Kullarda varsa Allah'ta bu olmaz lafı fevkalade yanlıştır.

Bir insan kendi yarattığı - yaratmak kelimesinin insan için kullanılmasını pek sevmem ama yanlış anlaşıldığı için aslında da kendinde de insanın kendi miktarınca nisbi olarak yaratıcılık vardır. Yani Halik-ı Mutlak Allahü Zülcelal'dir.

Ahsenül Halikin.

Amenna. Buradaki mutlak nisbi meselesi. Yani çarşıdan aldığın otu evde hanım yemek haline getiriyor. Emek veriyor. Hizmet ediyor. Yıkıyor, kesiyor, pişiriyor, içine bir şeyler katıyor, tencereye koyuyor şey oluyor. Bildiğin ot sofrana yemek olarak geliyor. Bu da bir yaratıcılıktır. Dümdüz bir duvar veya dümdüz bir kağıt bir ressamın elinde, bir hattatın elinde bir resim veya bir hat haline geliyor. Bu da bir yaratıcılıktır.

Bir taş Sinan'ın elinde.. Değil mi Efendim.

Hah. Onun için bunları böyle.. Allah bu kadar nekes değildir yav. Kendimiz gibi nekes yapmaya çalışıyoruz O'nuda.

Efendim müsaadenizle "Ahsenül Halikin"i açıklarken bir tefsirde denk gelmiştim. Yani Yaratıcıların en güzelidir derken Allah bile (nisbi olarak) başka yaratıcıların olduğunu da kabul ediyor zaten.

Tabi. Erhamürrahimin de öyle değil mi? Merhametlilerin en merhametlisi. Demek ki merhametli olmayı başka kullarına da ihsan etmiş. Yaratmayı da başka kullarına ihsan etmiş. Bunun kavgasını yapmanın bir alemi yok. Biraz tabir öğrensinler yani.

Şimdi bir insan yarattığı bir sanat eserine, bir marangoz bir kapıya bir çerçeveye yahu ne güzel yaptım elime sağlık demiyorsa yaptığını beğenmiyorsa daha daha aşık olmuyorsa zaten yapmasın onu yav. Yani Sinan, camisinin, köprüsünün, imaretinin, mektebinin, medresesinin karşısına geçipte "oh be ne güzel yaptım Allah'a hamdü sena olsun" demiyorsa, demediyse onları yapamazdı zaten. Dolayısıyla Allahü Zülcelal de yarattığı Hadibi Edibi Kibriyasına "Ne güzel yaratmışım" diye aşık olabilir. Bu kadar basittir. Bana mı soracak kime aşık olup olmayacağını. Kendi kafalarında bir tanrı yaratmışlar, Resulü Kibriya Efendimizin tebliğ ettiği öğrettiği  Allahü Zülcelal'e uymuyor. Her şeyi yasaklayıcı ceza verici korkutucu korkunç yok öyle bir şey. Kur'an-ı Kerim deki azap ayetleri ile rahmet ayetlerinin adetini bir karşılaştırıversinler hemde biraz Kur'an ile meşgul olmuş olurlar en azından. Onun için Efendimize elbetteki Allah'ın Sevgisi en büyüktür. Bunu Kur'an-ı Kerim'in tamamından zaten anlıyoruz.

Allah özellikle ayet sonlarında bir takım vasıfları sıfatları sevip sevmediğini anlatır. İşte cimrileri sevmez, müttaki olmayanları sevmez, yalan söyleyenleri sevmez vesaire. Sonra ihsan edenleri sever, eli açık olanları sever, müttaki olanları sever yani sevdiği ve sevmediği anlatılır Kur'an-ı Kerim de. Bütün sevmediği haller Efendimizde yok. Bütün sevdiği haller Efendimiz de var. E kimi sevecek peki? "Canım hem yaratıyor hem seviyo" sana be kardeşim. Hep yaratır hem sever. Sende çocuğunu sen kendin yaptın zannediyorsun, sevmiyor musun? Bir işleme işliyor gelinlik kız çeyizlik işliyor "ne güzel yaptım" diyor. Seviyor o yaptığını. Sonra sevdiği ile paylaşıyor. Allahü Zülcelal Habibine olan Sevgisini sevdiği kullarıyla paylaşır. Resülullah'ı sevmek demek Allah tarafından sevilmek demektir. Sevgiden nasibi olmayanlara Allah sevgi nasip etsin diye dua etmekten başka elimizden bir şey gelmez.

Şimdi burada sevme aşık olma konusunda iki tane soru var. Yani bunu inkar edenlerin iki tane itirazı var efendim. Hani onların avukatlığının yapayım. Bir sanatçı aslında baştan sanat eserini yaparken ne çıkacağını çok iyi kestiremiyor, dolayısıyla onu bitirdikten sonra ona aşık olması pek doğaldır. Çünkü Sinan Süleymaniye'yi yaparken böyle muhteşem bir şey tasavvur edemiyordu aslında. Yahut da..

Mi acaba?

Ben söyleyim yine. Van Gogh bir resim yaparken işte Rembo bir şiir yazarken bir bu efendim ki bu Allah'a isnat edilemez. İkincisi aşık olmak sevmek biraz eksiklikten kaynaklanıyor, bir şeyin eksikliğini hissederseniz başka bir şeye aşık olursunuz diye söylenir.

Aşkın ne olduğunu bilmeyenlerin boş lafıdır bu. Aşk o değildir. Kendini tamamlamak için seviyorsan, sen sevdiğini zannettiğinden bir şeyler almak istiyorsun demektir. Bunun adına aşk demezler.

Yani tamamlanmak..

Olur mu öyle şey?! O aşk mıdır, aşk vermektir. Almak değil istemek bile aşk mesleğinde olmaz. Bırak almayı istemek, yoktur aşk mesleğinde. Ayrıca kendi yaptığına mahlukuna Halikın aşık olmaması, senin beşer olarak kıt düşüncenden kaynaklanıyor. Rabbini tanısan böyle demezsin, sen Rabbini de tanımıyorsun. Çünkü Resulü Kibriya'nın tebliğ ettiği Tanrı'ya değil kendi ilminle oluşturduğun tanrıya inanıyorsun. Efendimizin tebligatını iyi tanırsa kişi bu nevi saçmalıklardan vazgeçer. Ayrıca aşkı tanımayanlara da hiç cevap bile vermek lüzumu da yok yani. Kendi eksikliğini tamamlamak için bir şey seviliyorsa, ya geçiniz efendim o aşk maşk değildir. O menfaattir. O alışveriştir.

Allah'ta alışveriş yapar. "İnnallahe eştera" ayetini okuyuversinler. Ayrıca Allahü Zülcelal niye yeryüzünde bir halife yaratmak istedi? Niye kendisine ibaret etmek için "Cinleri ve İnsanları yarattım" dedi. Yani yarattıda öyle dedi. Niye? Bunların cevabını biliyormu ki Hadibi Edibi Zişanını sevip sevmediğini bilsin. O'na aşık olup olmadığını bilsin. İhtiyacı mı vardı mahlukata Halık-i Zülcelal'in? İhtiyaçtan mı yapılır her şey? Muhabbetten haberi olmayanlar bu işleri anlamazlar. Dini, mükellefiyetler yükümlülükler mecmuası olarak anlayanlar bu mevzuları anlamazlar. Bari anlamadıklarını itiraf edip karışmasınlar. Onlar yatsınlar kalksınlar namaz kıldım zannetsinler, aç dursunlar oruç tuttum zannetsinler. Bu değildir. Muhabbeti Muhammediye olmadan Muhabbeti İlahi olmaz. Muhabbeti İlahi olmadan da hiç bir şey olmaz.

Hadisi Şerifler ile sabittir. "Öyle namaz kılanlar vardır ki yanlarına yorgunluktan, öyle oruç tutanlar vardır ki yanlarına açlıktan başka kar kalmaz" diyor Efendimiz. Namazın şeklini yapmak orucun şeklini yapmak, namaz kılmak oruç tutmak değildir. Muhabbetsiz olmaz. Muhabbet içinde tanımak lazımdır. Allah'ıda Resülünü de. Hele hele Allah'ı ve Resulünü ayırmak suyu oksijen ve hidrojen olarak ayırmak demektir. İkisinde de tek kalırsan yanarsın.

Dozu iyi ayarlamazsan su olmaz

Tabiii. Doz çok önemlidir. Bugün hala inkar edilen rakamsal tespihat - bazı ukalalar inkar ediyorlar rakamsal tespihatı. Niye namazın rekatları sayıyla? Niye efendimiz namazdan sonra 33 tane tespih çekmiş? Niye 33? Sırrını biliyor mu? Niye Kur'an-ı Kerim de dünya ve ahiret kelimesi eşit adette?

Öylemi

Öyle ya. 111 tane. Eşittir. Acaba ne demek isteniyor? Kur'an-ı Kerim ayatu beyyinatı sadece ve sadece lafızlardan ibaret mi? 12 Rebiüevvel Kur'an da yok. Ama o gün doğmuş, o gün ahirete doğmuş. O gün Medine'ye gelmiş, girmiş. Bu ayet değil mi? Bunları anlamadan bir dinlemeden bir iptidai kafa yapısıyla gönülsüz olarak bunlar anlaşılmaz. Efendimizi sevmeye layık gönül olamaz. Zaten kimsede olamaz liyakat mevzubahis değildir. Allah'ım ihsan etsin.

Evet efendim. Şimdi bir iki şey daha soruyum kavram olarak. Habibi Kibriya diyoruz, buda yine Allah'ın dostu..

Sevgilisi hayır dostu değil. Dost halildir. Şimdi bu sevgiliyi dünya manasıyla anlayıp çok basite indirgemenin anlamı yok. Doğru dürüst anlamamız lazım. Şimdi halil ve habib birbirine yakın iki kelimedir. Halilullah İbrahim Aleyhisselam'dır, Habibullah Muhammed Aleyhisselam'dır. Halil teknik tabir olarak isteği geri çevrilmeyen demektir. İsteği geri çevrilmeyen. Habib ise istemeden verilen demektir. Efendimizin bir şey istemesine lüzum yok. Onun için dikkat buyurun bütün Efendimizin hayatı seniyyesiyle ilgili hadiselerinde, dualarında Efendimiz kendisi için bir şey istediği vaki değildir. Lüzum yok çünkü. İstemeden veriliyor ona her şey. Hep ümmetine istiyor, hep ümmetine. Yani Bedir'deki bir avuç çakıl atma meselesinden tut, Hz. Ömer'in imanla müşerref olmasından önceki iki amırdan birini hiç olmazsa bana ver ya Rabbi duasına kadar hep kurumsaldır Efendimizin duaları.

Taif dönüşü yaptığı dua..

Tabi tabi, keza. Yani bütün hayatı seniyyesi boyunca. Bu duaların ne olduğunu Efendimizin hayatını incelerken bunların mana ve mahiyetlerine de dikkat etmek lazımdır. Kendisi için bir şey istememiştir. İşte habib bu demek. Allah O'nu Seviyor. O'nu sevdiğini demin arzettiğim gibi Kur'an-ı Kerim de Allah sevmediği halleri anlatıyor, bu hallerin hiç biri Efendimizde yok. Sevdiği halleri anlatıyor hepsi Efendimizde var. E dolayısıyla seviyor bitti o kadar. Hep de "hub" kelimesiyle sevgi kelimesiyle. "Vallahü yühibbül müttahhirin" Allah temizleri sever. Efendimiz kadar temiz insan var mı? Niye beyaz giyiyor? "Efendim oranın iklimi" Olur sade iklimi, gri giysin gride işe yarar, açık pembe açık yeşil türlü pastel renkler. On kıyafeti varsa sekizi beyaz, ömrü boyunca. E sadece iklimden mi canım bu. Medine'nin sabah soğuklarını ben bilirim yani. Adamın çenesi titrer sabahleyin, güneş doğana kadar. Yine kalın bir şeyler giydiği oluyor, sırtına. Onları da açık renkten beyazdan seçiyor. Çünkü temizliği gösterir.

Mesela bazen söylüyorlar ben çok üzülüyorum bazı kamu binalarında filan idareci zannedenler kendilerini Efendim gri yapalım kir göstermez diyor, işte bilmem ne renk yapalım kir gösterir diyor. Ne demek ya kir göstermez. Kirli olsun ama ziyanı yok göstermesin yeter ki. Bak bak bak terbiyesizliği görüyor musunuz. Olur mu yav. Yani kirli olsun ama göstermesin. Bu ne demek? Kirli olmak demek.

Şimdi Efendimiz temiz mi? Tertipli sadece temiz de değil. Tertipli. Cebinde ayna ve tarak var Efendimizin. O açık havanın rüzgarında saçı sakalı bir araya gelince tarıyor. Şeklim düzgün mü diye aynaya bakıyor. Çünkü "ala şakiletih" ayeti kerime de geçen lafa iyi dikkat etmek lazımdır. Münasebetsiz bir şekilde olursanız münasebetsiz hale getirilirsiniz. Tertipli şekilde olursanız Allah tarafından tertipli hale getirilirsiniz. Resulü Kibriya aynı zamanda tertipli bir Zat-ı Şeriftir. İşte bütün bu Efendimizin halleri zaten Allah'ın sevdiği haller olduğu için işte "hub" kelimesiyle Habibi Kibriya'nın Habibullah olduğunu bize anlatıyor. Bu tabir geçmiyormuş e canım bir sürü tabir geçmiyor, musaf-ı şerif tabiri de geçmiyor. Ama bizim Kur'an'larımız yani elimizdeki ciltlenmiş Kur'an Kitaplarımızın adı Musaf-ı Şerif'tir ne var yani.

Yine bir kavram soruyum efendim. Programın sonuna doğru bir iki kavramı sizden açıklamanızı istirham ediyim. Hatemül Enbiya..

Bir ayet. Estauzübillah "Ma kane muhammedün" diye başlayan ayeti kerimedir. "Ve lakin resulallah ve hatemen nebiyyin" işte nebiyyin enbiya aynı. Çoğullaştırma eki veya sigası farklı. Yani bütün nebilerin sonuncusu. İşte Hatemül Enbiya'da o demek zaten. Tabi hatem kelimesi sadece son demek değildir. Aynı zamanda zirve demektir, şahika, doruk, zirve demektir. Mühür demektir. Mühür bir şeyin kapandığının bir daha açılmamak üzere kapandığının işaretidir. Yani açmaya yetkili olanlar açarlar, mühürü.

Falancaya mühürlendi diyorlar..

Evet. Yani mesela bir mektup yazıldı, ferman verildi ve mühürlendi. Kim açabilir onu ancak kime gönderildiyse o. Peygamber demek Allah'ın elçisi demek olduğuna göre O mühür Allah tarafından açılır artık. Bitti yani Peygamberlik. Zaten bakın biz peygamber kelimesinin filan lügat manalarını doğru bilemezsek bu kavramları hep karıştırırız birbirine. Peyamber. "Peyam" haber demektir, Farsça. "Ber" sahiplik ekidir. Peyamber haber sahibi demektir. Buradaki haberden kasıt doğru haber. Lalettayin bir haber değil tahmin değil, doğru haber. Allah'tan alınan haber doğru haberdir. Bu haberin sahibi işte Peygamberdir. Resülullah ise Allah'ın elçisi demektir. Resul çoğulu rusul elçiler demektir. Nebi müjde veren demektir.

Haber veren değil mi?

Sadece haber değil. Müjdeli haber daha güzel oldu. Müjdeli haber. Çünki biz çocuklarımızı terbiye ederken, müjdeli haber veririz. Korkutmamızda bile müjde vardır. Bak "Yaramazlık yaparsan döverim, kafanı kırarım" bak kızgınlıkla öyle nineler analar bazen çocuklarına söylerler. Yani bu bir şarta bağlı. Yapmazsan dövmem. Müjde var. Bak. Dikkat buyurun inceliğe. Bir kabahat yaparsan ceza veririm. Yapmazsan müjde var. Müjde esastır. Şarta tabidir ceza vermek.

Halbuki mükafat vaad etmekte şart yoktur. Çok azdır. Ceza hatırlatılmaz. Direk müjde söylenir. İşte dolayısıyla nebi, nabi keza, bu şekilde haber sahibi demektir. İşte bütün peygamberlerin kronolojik olarak sonuncusu, derece olarak sonuncusu, gelme olarak sonuncusu o müessesenin en sonuncusu mühür vurucusu gibi manalara gelir, Hatemül Enbiya.

Eyvallah efendim, efendim bugün burada noktalayalım.

Nasıl olsa Efendimiz hakkındaki sözleri bitiremeyiz çünkü "Sebeb-i Hılkati Alem, Mef'ali Bedi Adem" odur.

1 yorum:

  1. Belki tuhaf gelebilir ancak bu güzel konuşmadan anladığım o ki Hz. Peygamberin "ilk nebî" olmasının anlamını algılamadan, onun niçin "son nebî" ya da nebilerin hatemi olduğunu idrak etmek imkansız olacaktır. Yine öyle anlaşılıyor ki, insanın kendisini tanıması ancak peygamberi tanımasının ardından gelebilir. Allahualem.

    Peygamberimizin hakikati hakkında yapılan bu güzel konuşma için Allah sizden razı olsun. Tadı damağımızda kaldı.

    YanıtlaSil